|
|
|
|
|
Sıkı bir polisiye
|
|
Robert Redford'un başrolünde oynadığı "Tehdit", gerçek bir kaçırma olayını anlatıyor.
Oda müziği tadında bir polisiye
Hollanda'da yaşanmış bir kaçırma olayından yola çıkmış bir öykü. Yönetmen bol gerilim yerine, düşünen ve hisseden bir film yapmayı yeğlemiş. Ama dengesi çok da güzel.
Bir adam kaçırılır. Güpegündüz, Kaliforniya'daki lüks evinin hemen önünden... Kaçırılma olayının iki yönünü de koşut biçimde izleriz. Bir yandan, ileri yaşında artık rahata ermiş, yüzme havuzlu lüks evinde karısıyla mutlu gözüken, biri kendisine bir torun vermiş iki yetişkin çocuk sahibi Wayne Hayes vardır. Onun için, artık gerçekten de rahat etme ve son yıllarının keyfini çıkarma zamanıdır. Ne var ki kaçırıcısı Arnold Mack, Amerikan Rüyası'nın daha çok karanlık arka yüzünü görmüş sıradan, silik bir adamdır. Yıllar önce yolları kesişmiştir Wayne ile... Adam kendisine kötü de davranmamıştır. Ama işte ekonomik bunalım, rasyonel işletme derken, sayısız işten çıkarma olayı... Arnold da bunun kurbanlarından biridir ve görmediğimiz karısıyla ilişkileri de bu yüzden bozulmuştur. Onun için, yüklü bir fidye koparmak amacıyla kaçırdığı Wayne son umuttur. Öte yandan Hayes ailesi vardır. Kendini evine adamış ama kocasının aldattığını öğrenince de "o kadını" uzaklaştırmak için elinden geleni yapmış Eileen... Ne var ki ilişki bitmemiştir: Kaçırılma olayından sonra ilk öğrendiği şeylerden biri budur. Tüm aile bir araya gelir ve herkes babanın/kocanın zamanında pek farkedilmemiş erdemlerini, iyilik ve koruyuculuğunu hatırlamaya başlar. İstenen fidye, FBI karşı çıksa da elbette ödenecektir. Ama ya sonrası? Hollanda'da gerçekten olmuş bir kaçırma olayından yola çıkmış bu film. Ve Hollywood'da çalışan Hollandalı yapımcı-yönetmen Brugge'nin ilk yönetmenliği. Brugge zor yolu seçmiş: Bize örneğin Mel Gibson'un oynadığı "Fidye" gibi tıkır tıkır işleyen, gerilimi bol bir aksiyon filmi sunmak yerine, düşünen ve hisseden bir film yapmayı yeğlemiş. Bir senfoni heyecanı yerine bir oda müziği dengesi... Aksiyondan çok karakterler önde. Böylece film, aksiyondan çok kişilerin karakterlerine ve onları yönlendiren ve hayat boyu yönlendirmiş nedenlere eğiliyor. Wayne'in Arnold'la ormandaki uzun yürüyüş boyunca yaptığı konuşmalar filmin temposunu ciddi biçimde düşürse de, böylelikle iki erkeğin kişilikleri ortaya çıkıyor. Hayatta istediği her şeye erişmiş gözüken Wayne, aslında acınası yalnızlığı ve başarısızlığı içindeki Arnold'dan daha mutlu değil. Çocukları büyürken ilgilenememiş, karısına olan sevgisini anlatamamış bir adam o... Ve olay herkese kendi dersini getiriyor. Mutlu mu, mutsuz mu biteceği belli olmayan bu macera, belki herkesin hayatın bir noktasında durup düşünmesi gereğini ve bunu yapmak için illa da felaketlerin beklenmemesi gerektiğini iyi anlatıyor. Yaşlılığı artık iyice yüzüne vurmuş Robert Redford, çok ama çok iyi oyuncu Helen Mirren ve tehlikeli" gözüken Willem Dafoe, bu küçük ve sakin filme derin boyutlar katıyorlar. Belki önemli değil ama belleğe işleyen bir film. Filmde ilk gözüktüğü planda, salonda bir mırıltıdır başlıyor. Çünkü ne kadar farklı kuşaklardan olsak da, her sinemasever için Robert Redford adı, uzun yıllar yakışıklılıkla aynı anlamı taşımış. Sarışın, güneş gibi bir adam, kare biçimli uyumlu bir yüzde parlayan mavi gözler, doğal bir kibarlık...Ve üstüne üstlük Sundance'deki ünlü festivali kuran ve yürüten, Amerikan bağımsız sinemasının arkasındaki en itici güç olmayı başaran sanatsever bir star...
YAŞLANMANIN DAYANILMAZ ACISI Ama tüm bunlar o doğal gelişimi, yani yaşlanmayı önleyemiyor. O ilk plan tam bir sürpriz, sanki kahredici bir anlam taşıyan... Orada zamana teslim olmuş güzellik ve bir daha geri gelmemek üzere uçup gitmiş, Tennessee Williams'ın deyimiyle "Sweet Bird of Youth- Gençliğin Tatlı Kuşu" var. Bu ilk plan acı veriyor. Tahrip olmuş bir sanat eseri, ne bileyim ben, yıkılmış bir kilise, kazınmış mozaikler, harap edilmiş bir cami, bombalanmış bir köprü görmüş gibi oluyorsunuz. Onca filme dinamizmini katmış bir sanatçının Piri Reis'in haritasına dönüşmüş yüzü, gerçek bir üzüntü veriyor. Ama sonra alışıyorsunuz. Elbette herkesin yaşlanacağı ve tüm güzelliklerin eskimeye mahkum olduğu gerçeği bir yana, o yüzün ardındaki oyun gücü ve 40 yıllık sinema deneyimi taşmaya başlıyor. O güç, yavaş yavaş yaşlılığın ve onun verdiği acının yerini alıyor. Ve arkasında Robert Redford'unki kadar uzun bir deneyim ve yoğun bir yaşam birikimi taşıyan Wayne Hayes'in öyküsü, tüm canlılığıyla beliriyor. İşte sinemanın gücü, işte sanatın mucizesi...
|
|
|
|
|
|
|
|
|