| |
AKP'nin kent değerleriyle sınavı
Bir eylül günü, dört yüz minik öğrenciyi, annelerini, babalarını, öğretmenlerini rehin alıp çoğunun ölümüne yol açan alçakça bir zalimliği her ne nedenle olursa olsun savunmaya imkan var mı? Çoluk çocuğu öldüren bir vahşetin kutsal bir amaca hizmet etmesi düşünülebilir mi? Ancak dün Türk basınında bunu savunan yazılar da vardı. İşin ilginci, Kuzey Osetya'nın Beslan bölgesindeki çocuk katliamını savunan yazılar, zinaya "devlet eliyle" set çekip "imam nikahının" resmi hale getirilmesini isteyenlerin yayın organlarında yer alıyordu. Hatta, "ne kent, ne de kır" olamayan, üretimden kopuk bir lümpenliğin damgasını taşıyan "varoş kültürünün" tüm topluma rehber olmasını savunanlara da rastlanmaktaydı... Ana gövdesini garip bir "Müslümanlık eksenine" yaslayan bu yaklaşımları nasıl değerlendirmeli?
*** Çeçenler, 10. yüzyıldan itibaren Ortodoks dininin yönetiminde yaşadılar. Müslümanlık 17. yüzyılda bölgede yayılmaya başladı. İki asır içinde de çoğunluğun dini haline geldi. Şimdi, Vahabi desteği, El Kaide bağlantısı çizgisinde çocuk katliamına dönüşen barbarlığı "Müslüman-Ortodoks" çatışması olarak görmek; Çeçenistan'ın zenginlik ve özgürlük üretecek bir yapıya ulaşamamış olmasını, çağdaşlaşamamasını, çocuk katilliğine varan patolojik bir nefreti sahiplenmesini yalnızca din çatışmasıyla açıklamak mümkün mü? Sanayi dönemi, insanoğlunun üretim ve organizasyon kabiliyetini geliştirdi... İnsanı sadece din ve ırk bağlamında değerlendirmekten uzaklaşarak beyinselliğinin boyutlarını sergiledi... Doğa ile uyumunu şahlandırdı... Bireyi "doğuştan elde ettiği özellikler" ile tanımlamanın dar sınırlarını kırdı. Beyinselliği gelişmemiş, doğa üzerinde egemenliği güçlenmemiş, üretim kabiliyeti derinleşmemiş insan, olaylara sadece "din ve ırk" açısından bakar... İnsan olmanın evrensel gelişimini fark ve hissetmeyen bir körlüğe esir olur.
*** Zina konusunu da, sanayi değerleriyle yoğrulmuş, beyinsellikle üretimi evlendirmiş, feodal dönemin tabularını geride bırakmış bir anlayışın nasıl değerlendirilmesi gerektiğini AB'nin genişlemeden sorumlu komiseri Gunter Verheugen'in sözcüsü Christophe Flori hatırlattı. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin sekizinci maddesi, bireyin var oluş sınırlarına kamunun çok özel durumlar dışında müdahale edemeyeceğini söylüyor... Çok özel ve kişisel bir konunun kamulaştırılması da çağdaş kent kültürünün anlayabileceği, kabul edebileceği bir yaklaşım değil... Feodal dönemin değerlerine sahip çıkan kır kökenli bir anlayışın, din adına kent yaşamını esir almaya çalışmasının başarılı olması bu çağda beklenemez.
*** İnsanın dini... İnsanın ırkı... Bir insanın en önemli vasfı elinde olmadan anne ve babadan aldığı bu özellikler midir? İnsanın beyni, insanın mesleği, insanın yaşadığı çağ, okuduğu kitaplar, etkilendiği düşünceler önemli değil midir? Gelişmişliğin tartışmasız bir göstergesi olan ve ister istemez AB'nin vurgulamak zorunda kaldığı "bireyin kutsallığı" karşısında, henüz kent ve sanayileşme olgusundan geçememiş bir geri kalmışlığın dinsel yorumunu mu pusula edinmek gerek? Küreselleşmenin hızla yol aldığı bir süreçte, üretimden kopuk, kentli olamamış, kırdan da kopmuş lümpenliği mi esas ölçü almalı?
*** AB üyeliğinin öncülüğünü yapan AK Parti de, ister istemez bir değişim süreci yaşıyor... Bu süreçlerde de yol ayrımları ortaya çıkıyor... Kent değerlerini, dolayısıyla da bireyi ve onun özgürlüklerini mi savunacak? 2004 yılının kent partisi olarak AB ile tutarlı bir çizgiye mi gelecek, yoksa mesleksiz yığınların, kırdan kopmuş ama kentli olamamış, o nedenle de tek özelliğini dininde, ırkında ya da tuttuğu futbol takımında bulan bir kaotik bulamaçta mı çırpınacak? AB sadece Türkiye'yi değil, herkesi kendini tekrar tekrar sorgulama ve tanıma sürecinde zorluyor... Buna AK Parti de, terörü ve varoş kültürünü din adına savunanlar da dahil.
|