Güzellik yarışmasında jüri olmak neden zordur? Yarışmada seyirci nasıl bir açıyla doğrularak, hangi zamanlamayla, ne şekilde selamlanır? İşte püf noktaları...
Uzun zamandır beklediğim teklifi aldım: Bir yemek yarışmasında jüri üyesi olacağım!
Türkiye'nin önemli gurmeleri ve bir de (nedense) ben, oturup, birbirinden iddialı yemekleri tadıp not vereceğiz.
"Hmm, evvveeet. Doygun bir tat. Türk motifleri de var. Bir yandan da gerçek bir 'nouvelle cuisine' örneği."
Hem hapur hupur atıştırıp hem ukalalık edeceğiz yani. İkisini de severim!
"Jüri üyesi olur musunuz" dediklerinde önce korktum. Kısa bir süre önce bir mankenlik yarışmasında jüri üyeliği yapmışlığım var. Kazık bir iş. O tür bir yarışma zannettim.
"Bu yarışmalara katılan genç kızların Barbi olmak yerine, yaş itibariyle, evde Barbi oynuyor olmaları gerekmez mi?" tartışmasıyla ilgili bir zorluktan bahsetmiyorum.
Çok genç yaşta çalışmaya başlamak herkesi vaktinden çabuk olgunlaştırır ve ideal bir durum değildir. Ama özellikle Türkiye'de, çocuklara yaptırılan bazı işlerin mankenlikten daha zevksiz olduğu kanısındayım. Oto tamiri, halı dokuma, sokakta simit/selpak satma, ayakkabı boyama gibi uğraşlar, inanın, kameraya bakarak gülümsemek ve podyumda yürümekten daha zordur. Ayrıca, modellik yapmak yerine, mesela, günde 12 saat halı dokumayı 'tercih eden' bir kızımızın kazancının da 20'ye 1 oranında daha düşük olduğunu hesaplayabiliyorum.
Ama problem şu:
Bu yarışmalarda "En güzel kızı" seçiyorsunuz.
Bu ne demek? "Geri kalanlar çirkin. Bambaşka hayaller kurmaya başlamak, ya da bunalım geçirmek üzere evlerine gidebilirler!"
Yine de kabul ettim.
****
Elbette, bir büyük otelin salonunda toplandık.
Bir masaya dizildik. Karşımızda uzunlamasına podyum. İki yanında seyirciler oturmuş. Podyum karanlık, ama ne hikmetse jüriye spotlar tutulmuş. Dolayısıyla herkes bize bakıyor!
Yarım saat kadar, kah sırıtıp, kah aramızda konuşuyor gibi yaparak, ve de utançtan ölerek, öylece bekledik. Bu esnada, seyirciler bize puan vermek için bol bol vakit buldular. Ford Model Ajansı'nın Amerikalı temsilcisinin makyajı iyiydi. Moda fotoğrafçısı Hasan Hüseyin'in saçları ve Yıldırım Mayruk'un ceketi de fena puan almamıştır zannediyorum. Ben dore ayakkabılarıma güveniyordum, ama ne yazık ki ayaklarım masanın altında kaldı. Kendimizi mayolu geçiş için hazır hissetmeye başlamışken, ışıklar karardı ve sunucu sahneye çıktı.
Yarışmalarda jürinin işi kızlardan daha zordur. Kızların kendilerini göstermek için üç dört şansları vardır: İlk geçiş, kıyafetli geçiş, soru cevap bölümü, mayolu geçiş. Birini batırsalar, ötekini kurtarabilirler.
Oysa jüri üyesinin 15 dakikalık şöhreti sadece 30 saniye sürer: "Bay/Bayan Falan Feşmekan, Carcurt kurumunun bilmemne 2. başkanı" dendiğinde, ne çok geç, ne çok erken, doğru zamanlamayla hafifçe doğrulmanız, seyirciye (ne sağ, ne sol sırayı unutmadan) başınızı belli belirsiz eğerek selam vermeniz, bu esnada çok yılışmadan zarifçe gülümsemeniz, daha da önemlisi asla objektiflere bakmamanız, bir de işi uzatmamanız, ama çok da kısa kesmemeniz gerekmektedir.
Küçük bir hata sizi bitirebilir.
Diyelim ki isminizin okunması bitmeden aceleyle ayağa kalktınız. Bunu hissettiğiniz için utanıp, aceleyle, hemen oturmayı planlarken yüzünüzdeki gülümseme, yerini endişeli bir panik ifadesine bıraktı. Üstelik erken oturduğunuz için, sunucunun isim okuma ritmini bozdunuz.
Jüri içindeki ağırlığınız bitti demektir. Sizin verdiğiniz puana puan denir mi artık?
Ya yarışmayı televizyondan seyreden arkadaşlarınız? "Ay, nasıl heyecanlıydın, hop oturdun, hop kalktın, gül gül öldük!" On yıl bunu dinlersiniz.
Bunları düşünerek ismimin okunmasını bekledim, ve müteakip saniyelerde dikkat kesilerek herşeyi dört dörtlük yaptım. Sandalyeden doğruluş açısı ve yüksekliği, zamanlama, baş hareketleri kusursuzdu. Yalnız kendimi kasmaktan, yüzümde, gülümseme yerine "Iııy, nereden geldim buraya" şeklinde bir ifade belirmiş olabilir.
Kızların geçişi başladı.
İtiraf etmeliyim ki, mankenlik ve fotomodelliğe en uygun ırk olduğumuzu düşünmüyorum.
Ancak 1942 yılında "Bütün güzellik, makiyaj, ve zarafet meselelerinin cevabını veren kitap" olarak tanımladığı "Güzel Kadın" adlı esere imza atmış Cemil Cahit Cem'e de şu hususta katılıyorum:
"Türk kadınlarının bacakları, daima, Avrupalılarınkine nispetle güzel olmuş, hele ayaklariyse birçok Avrupalı seyyahların hayretlerini celbedecek kadar ufak ve zarif kalmıştır. Bu, bizim asil ırkımızın şükre değer bir hususiyetidir"!
Alın size "milli kozmetik"!
Yazar şunu da belirtmeden geçemiyor: "Bugünün ayak ve bacak hatalarının mühim ve bellibaşlı bir sebebi, dümdüz asfalt caddelerdir. Bu suretle, ayaklar yerin intizamsızlığına uyarak hisleriyle basacakları yerde, hep ayni şekilde basmaktadırlar. Binaenaleyh, ekseri caddelerimizin Avrupanınkiler kadar muntazam olmayışını, biraz da hoş nazarlarla karşılamalıyız!"
Caddeler 2002 itibariyle hala engebeli olduğundan mıdır nedir, bizim kızların ayakları, bacakları gerçekten güzel.
Fakat yürüyüşler içler acısı.
Mankenlik kursuna gitmiş bir ikisi dışında, zıplaya zıplaya yürüyenler mi istersiniz, yengeç gibi yan yan salınanlar mı, heyecandan tek kolunu oynatmayı unutup sakat gibi adım atanlar mı.
Jürinin önüne gelip, elini beline koyup, kısa bir süre durup gülümsemeye sıra gelince işler daha da karıştı. Öyle reveranslar var ki, bizim Ayşe Hanım'ı aratır.
****
Ayşe Hanım iki yıldır bizim evde çalışıyor. 80'li yıllarda Bulgaristan'dan göç etmiş. Dolayısıyla Türkçesi oldukça iyi, ancak arada aksıyor ve ne dediğini çıkaramıyoruz.
İlk geldiğinde, Bulgaristan'da ne iş yaptığını sorduk. "Modelidim" falan gibi bir şeyler söyledi. "Herhalde mankenlik yapıyordu gençliğinde" diye düşündük. Neden olmasındı? Ayşe Hanım 1.80 boyunda, güzel yüzlü bir kadın. Gucci defilesinde değil ama, mesela Olgunlaşma Enstitüsü'nün amatör ekspozisyonları havasında bir gösteride, Ayşe Hanım'ı pekala gözümüzde canlandırabildik. Veya bir katalog çekiminde. Arkada Sofya manzarası, önde mavi tulumuyla Ayşe Hanım, elinde tost makinesiyle gülümsüyor.
Biz Bulgaristan'ın ünlü mankeninin, neden bizim evde dolma sararak vakit geçirdiğini düşünürken, gerçek ortaya çıktı: Ayşe Hanım "modellik" değil, tekstil fabrikasında "modelistlik" yapmıştı!
Bu haber Ayşe Hanım'ın bizim gözümüzdeki eksantrik kişiliğinden hiçbir şey götürmedi.
Ne zaman ki içinde merdiven olan bir eve taşındık, Ayşe Hanım'ın yürüyüşü değişti. Eskiden bezgin bezgin sürüklenen kadın, "Ayşe Hanıım" diye çağırıldığını duyunca koşar adım, boyun dik, geliyor, karşımızda duruyor. Dizlerini kırıp reverans yapıyor, ve "Buyrun efendim" diyor!
İngiliz dizileri çizgisinde, merdivenin tetiklediği bir değişim. O sanki Ayşe Hanım değil de, bir Mrs. Dashwood. Salona giriyorum, eldivenlerimi çıkarırken, gelip reveransını yapıyor. "Mrs Dashwood", diyorum "Lütfen kütüphaneye çay getirin. Ayrıca doğu kanadındaki yemek odasının şöminesini yakın. Erkekler avdan dönmek üzeredir. Mutfağa haber verin, bu akşam bıldırcın yiciiz." Mrs. Dashwood (Jane Austen'i saygıyla anıyoruz!) yine reveransını yapıp, odadan çıkıyor.
Halbuki ben bi kola istemiştim.
****
Mayolu geçiş, tuvaletler vs.
Jüri üyeliğinin son anları manevi bir işkence oldu. Onlarca genç kız gözünüzün içine bakıyor. İşimizi çabucak bitirip, önde üç kız sevinç, arkadaki diğerleri hayalkırıklığı gözyaşları dökerken, sessizce dağıldık.
Patlıcanlı böreğin bozulması, marine edilmiş levreğin depresyon geçirmesi gibi bir ihtimal yok. Onun için yemek yarışmasının jüri üyeliğini iple çekiyorum...
Sadece İstanbul'da
Filmlere özgürlük!
Sabah Pazar'da köşe yazmaya başlayacağımı öğrendiklerinde, bütün meslektaşlarım, önceden konuşmuşlar gibi şöyle dediler: "Entel dantel bir şeyler yazma ha!"
Tamam, anladık, yazmıyoruz zaten.
Ancaaak...
İstanbul'da ilk defa bir bağımsız film festivali yapılıyor. Hal Hartley gibi bir usta, Darren Aranofsky gibi bir harika çocuk ülkemize gelmiş. İstanbullular'ın Hollywood ürünü, büyük bütçeli, benzer konulu, benzer karakterli, benzer oyunculuk tarzına sahip filmleri görmekten içleri bunalmış. (Yoksa bunalmamış mı?) Perdede bambaşka, daha sivri, daha ilginç şeyler oynayacak.
Ben bunu nasıl yazmam?
Festival 19-27 Ocak tarihleri arasında, Beyoğlu Fitaş'ta.
Devamı www.ifistanbul.com'da.
Bir bakın bakalım.
Notum var:
Siz bu satırları okurken, ben çok uzaklarda olacağım...
Ya da şöyle söyleyeyim: Siz haftasonu pencereden çamur deryası şehire bakıp "Çıksak mı çıkmasak mı" diye düşünürken, beni, güneşli ve 26 derece Dubai'de, havuz kenarında, beşuş bir ifadeyle hayal edebilirsiniz. Evet alçağım!
Haftaya Pazar, 7 yıldızlı Burj Al Arab Oteli, denemeyi umduğum kum kayağı, ve beni bekleyen diğer tecrübelerle dolu Birleşik Arap Emirlikleri izlenimlerimle bu köşede bekliyorum.