Türkiye'de oldum bittim yaygın olan kara yoksulluk; nihayet gazete manşetlerinde de, TV bültenlerinde de, alev dilli bir deniz ejderhası gibi, su yüzüne çıkmaya başladı.
Ankara'nın siyasal egemenleri; yıllar ve yıllar boyu sadece kendilerinin propagandasını yapanları ödüllendirmişler ve ülkedeki yoksulluktan söz edenlerin; ağızlarını kurutmuş, hayatlarını ezmiş, bitirmiş, yok etmişlerdi...
Sabahattin Ali de geçti o cehennemden, Orhan Kemal de, Rıfat Ilgaz da, M. Uykusuz da, Naci Sadullah da, Reşat Enis de, Cahit Irgat da; ve daha kimler, kimler...
Şimdiyse, yıllarca örtbas edilmek istenen yoksulluk; ekonomik krizlerle de iyice beslenmiş olarak, kükreye kükreye şahlanıyor medya vitrinlerinde...
Abraham Lincoln'ün ünlü bir sözünü tekrarlayalım:
- Bütün insanlığı bir süre kandırabilirsiniz; bir bölüm insanları, her zaman kandırabilirsiniz; ama bütün insanlığı, sonsuza dek kandıramazsınız...
Binlerce yıldan bu yana, milyarlarca söz söylenip yazılmıştır "yoksulluk" üstüne... Örneğin Cervantes, Don Kişot'da şöyle diyor:
- Yeryüzünde sadece iki aile vardır; varlıklı olanlar ve olmayanlar...
J.P. Sartre da:
- İki türlü yoksul var, diyor; hep birlikte yoksul olanlarla, tek başlarına yoksul olanlar... Birinciler, gerçek yoksullardır; ikinciler ise, şansları kendilerine yardımcı olamamış zenginler...
Bu da, Avrupa'daki bir köy mezarlığında bir mezar taşı kitabesi:
"Ey meçhul büyük adam
Senin ruhundaki başarı ırmağını
Buz gibi bir yoksulluğun
Soğukluğu dondurdu"
Bu da, değişik bir yoksulluk fıkrası: Kentin bir hayli uzağında; yaşlı mı yaşlı, yoksul mu yoksul, bir kocakarı yaşıyormuş, can yoldaşı kedisiyle birlikte...
Günlerden bir gün; yoksulluktan da, yalnızlıktan da, öylesine usanmış ki... Tam hayattan kopup gitmeye karar vereceği sırada, bir peri belirivermiş karşısında, bir iyilik perisi:
- Sen, demiş, onca acılara, onca kahırlara öylesine bir güç ve dürüstlükle göğüs gerdin ki, artık ne istesen hakkın. Üç dilekte bulun bana, hepsi hemen gerçekleşecek...
Kocakarı, duyduklarına bir türlü inanamayan bir şaşkınlıkla, kekelemeye başlamış:
- Ev... Evim.. Bir saray.. Bir saray olsun evim...
Daha sözünü bitirmeden, değişivermiş çevresindeki her şey... Görkemli bir yatak odası... Pahalı halılar... Büyük boy aynaları... Eski döküntü baraka, bir şato oluvermiş...
Kocakarı:
- İnanamıyorum, diyormuş; ilk dileğim gerçekleşti. İkinci dileğimi de söyleyeyim mi? Beni hemen genç, güzel bir kız yap..
Kocakarı, ikinci dileğini de söyler söylemez; genç güzel bir kız oluvermiş... Yumuşacık ipek gibi bir ten, son moda giysiler, bakımlı saçlarla bir içim su..
Ve üçüncü dilek de gelmiş:
- Canım ciğerim iyilik perisi... Kedim de, yakışıklı genç bir prens olsun...
İyilik perisi, ışıklar saçan büyülü sopasıyla, kediye de dokununca; yakışıklı mı yakışıklı, genç bir prens olmuş kedi..
Prens o kadar yakışıklıymış ki; üç beş saniyeden beri, güzel genç bir kıza dönüşen kocakarı, hemen "seni seviyorum" diyerek, delikanlının kollarına atılmış...
Genç prens, yılan ıslığına benzer bir sesle:
- Şimdi demiş, derdine yan; ne çabuk unuttun vaktiyle beni bir veterinere götürüp hadım ettirdiğini...
Kıssadan hisse:
Hangi isteğiniz gerçekleşirse gerçekleşsin; dört başı mamur olmayacak, mutlaka eksik bir yanı bulunacaktır.
Bu da bir zengin fıkrası: Bir dolar milyarderi, çıktığı sabah yürüyüşü sırasında, bir simitçiye rastlamış ve canı simit çekmiş. Bir simit almış. O sırada aklına esip sormuş simitçiye:
- Durumlar nasıl, memnun musun hayatından?
Simitçi:
- Yok, demiş, bütün gün ayakta dikilmekten usandım. Ayaklarım varis oldu. Üstelik pek bir şey kazandığım da yok. Karımı yeni kaybettim. Kanserden öldü zavallı... Çok acılar çekti çook... Beş çocuk bana kaldı... Son fırtınada, eve de yıldırım düştü.. Ne yapacağımı bilemiyorum...
Dolar milyarderi, bir hayli afallamış:
- Hay Allah, demiş; yardım etmek gerek sana... Haydi bakalım, ver bir simit daha...