kapat
17.10.2001
Haber İndeksi
Yazarlar
Günün İçinden
Politika
Ekonomi

www.ekdilamerica.com
Dünyadan
Spor
banner
Magazin
Kampüs
Astroloji

Para Durumu
Hava Durumu

Bizim City
Sizinkiler

GREENCARD
Sarı Sayfalar
İstanbul

Cumartesi Eki
Pazar Eki

Künye
E-Posta
Reklam
Arşiv

A T V

Win-Türkçe
ASCII

 

Beyaz şalvar denizi


Kabil'in pazarı, ter ve baharat kokan bu ülkenin bir aynası sanki... Beyaz şalvar, kuyruklu sarık, kalpak ve beyaz şalvar denizindeyiz... Ve hizmet etmeyi kendisine yediremeyen, asık suratlı insanların ülkesi
Kabil'in en ilgi çeken tarafı pazarı. Küçük küçük dükkanlarda kalpak satanlar, kaya tuzu satanlar, leblebi satanlar, pabuç satanlar, çadırı satanlar. Satıcılar kuyruklu sarıkları, beyaz şalvarlarıyla dükkanların içinde bağdaş kurmuş oturuyorlar. Ne müşteri çekmek için ufak bir faaliyet, ne müşteri geldiği zaman bir hareket... Beğendiğin malı sen elinle alıyorsun ve veriyorsun parasını... Afganlı satıcı ne mahrur propagandasını yapıyor ve pazarlığa yanaşıyor. Ağzını bile açmadan öyle put gibi duruyor. Hepsi ya mübareklerin çıkık almacık kemikli, üst kapağı şiş, kısık gözlü, seyrek sakallı... Tanrı Mogol, Özbek, Türkmenistan tipleri... Bizim aileden gelen bir kanat o taraflara yakın olduğu için, ikiz kardeşimiz gibi yüzüm yüzlerine benziyor.

Satıcılarından birine Türkçe sordum:

- Afganlı mısın sen?

- Özbekim, dedi.

İran'da olduğu gibi burada da Türkçe konuşanlara bayılıyorum. Lehçe değişik de olsa bir güzel anlaşıyoruz ki... Ne çare fazla konuşmasını, fazla kıpırdamasını ve gülüp şaka etmesini sevmiyorlar. Ne kadar sempati yaratmaya çalışırsanız çalışın, öyle ciddi duruyorlar, bayağı bozum oluyorsunuz.

ONLARI TEMBEL SANMAYIN
Küçücük dükkanların ikinci katları çokçası imalathane... Aşağıda satılanlar orada yapılıyor. İkinci kat pencerelerinde de put gibi oturmuş adamlar... Altta oturan satıcıyla şakuli bir simetri teşkil ediyorlar. Beyaz şalvar, kuyruklu sarık, kalpak ve beyaz şalvar sergisi. Özbekli satıcı baharatçıydı. Lafı uzatmak için kâseler içindeki renkli, renkli nesnelerden bir tanesini gösterdim:

- Safran mı?

Ağzını açmadan başıyla hayır, dedi.

- Peki safran yok mu?

Yine ağzını açmadan parmağıyla gösterdi. Neyi gösterdiğini anlayamadım. Bayağı öfkelendi. Önünde sarkan zincirin tutamağından tuttu, dibini kaldırarak azıcık doğruldu. Safran kasesini alıp verdi elime. Sonra tekrar olduğu yere oturdu. Bu kadarcık bir hareket bile ağır geliyor onlara. Ağır gelmesinin sebebi tembellikten çok, başkasına hizmet ediyormuş duygusu... Hizmet etmeyi yediremiyorlar kendilerine... Onun için ne müşteriye dil döküyorlar, ne pazarlık kabul ediyorlar...

Pazardaki dondurmacı dükkanları bir alem. Renkli, renkli resimler duvarlarda... Sedirlerin önünde mermer masalar. Masalarda kalpaklı, sarıklı gençler, orta yaşlılar. Dükkanın ön tarafında bir köşede bir çocuk boyuna dondurma kutusunu, bir başka çocuk da bir gramofon kolunu çeviriyor. Gramofonun iğne başlığına, pikap iğnesi başlığı takmışlar ve radyoya bağlamışlar... Alaturkamsı bir plâk cırcır ötüyor radyoda... Tavanda kadırga biçimi bir ejderha... Onu da arada sırada salıyorlar; ejderha sallandıkça sinekler uçuşup kaçıyor.

Dükkanın sahibi yüksekçe bir yere bağdaş kurmuş, kasaya bakıyor.

Kadınlar pek giremiyorlar buralara... Gelip geçerken çadırilerinin içinden hafifçe bir göz atıyorlar. Bu kadınlardan birini uzaktan takip ettim... Küçük adımlarla tıpış tıpış yürüyor, dondurmacı dükkanlarına başını azıcık çevirip şöyle bir bakıyordu. Yürüdü yürüdü gitti bir ayakkabıcı dükkanına girdi... İskemleye oturdu. Bacakları göründü ama örtmek için titizlik göstermedi. Ayakkabıcı ayakkabıları çıkardı, çömeldi, kadına bir o ayakkabıyı giydiriyor, bir bu ayakkabıyı... Kadın, ayağını bir erkek elinin okşamasından memnun, işi uzattıkça uzattı, bir türlü ayakkabı beğenmedi. Hafif sıyrılmış çarşafından görünen bacakları, sallanan ayaklar ve çömelmiş bir sarıklının bıkmadan usanmadan bu ayaklara ayakkabı giydirip çıkartması. Acıdım kadına.

Pazarda da yük arabalarını insanlar çekiyor. Araba boşsa, çekenlerden biri arabanın içine oturuyor, kendini ötekilere çektiriyor. Omuzlarına halı atmış, satmak için dolaşanlar. Bisikletliler.Ve yırtık pırtık sefil çocuklar. Basık, karanlık bahçelerde çay içenler. Sonra yamru yumru kaldırım taşları, kurumuş çamurlu çukarlar. Bazı dükkanlarda bol ithal malı. Bol Amerikan sigarası, bol Rus kibriti, bol Avrupa konservesi... Afgan sosyetesiyle yabancı azınlığın uğradığı kulüp özentisi bir yere gittik... Tümsekli bir çayır, beş on ağaç, ortada bir tenis kordu... Bir de teras... Kimi terasa oturmuş, kimi bahçeye... Klüpte içki satışı serbest... Kaymak tabaka buraya geliyor. Kralın yakınlarından iki kadın gösterdiler. Giyimleri İstanbul'daki orta halli bir kadının giyiminden farklı değildi:

- Haydi yahu bunların neresi prenses, dedim:

Lüks yer olarak iki lokal daha var; biri hava meydanında Kralın kardeşinin işlettiği lokanta. Öteki Kâbil'den bir hayli uzak bir baraj üzerindeki lokanta. İkisine de Afganlıların girmesi yasak. Ve ikisinde de içki yok. İçkini kendin götürürsen içiyorsun, ses çıkarmıyorlar. Binlerce kilometre aşarak geldiğimiz Kâbil bu işte...

Dönüş yolunda
Diplomat ve Büyükelçi olmasına rağmen insan ve dost tarafını, birlikte geçirdiğimiz bir hafta içinde yakından gördüğüm Kâbil Büyükelçimiz Talat Benler:

- Basın Yayın Bakanıyla görüşmek ister misin, dedi. Kabinenin en kuvvetli üyelerindendir ve birkaç güne kadar da Başbakan yardımcılığına ve Maliye Bakanlığına getirilecektir.

- Olur, dedim.

Benler bir randevu aldı. Elçiliğin bayraklı arabasına bindik, gittik bakana. Efendi, açık yürekli bir adam bakan. Geri memleketlerde aşağıdan gelen hareketlerle ilerlemenin zorluğunu anlattı. Ne yapmak gerekiyorsa yukardan yapmak gerekiyor, dedi. Yeni bir anayasa hazırlıyorlarmış, basını yavaş yavaş bağımsızlığa doğru götürmek istiyorlarmış. Dış politikada bağımsız bir yol güttükleri için her taraftan kabil olduğu kadar yardım alıyorlarmış. Petrol araştırmalarına büyük umut bağlamışlar. Bir saate yakın konuştuk..

Arkadaşlar daha bir ay Kâbil'de kalmak zorundaydılar. Buşkaşi oyunlarıyla, astragan konusunu filme çekeceklerdi. Ve geldiğimiz yollardan geri döneceklerdi. Bana da bu zaman zarfında Elçiliğin bahçesinde oturup pineklemek düşüyordu. Düşündüm taşındım Kâbil'de bir ay bahçede oturmayı göze alamadım. Onun yerine İstanbul'a bir uçak bileti aldım.

ORTA ASYA YOLLARINDA
Kâbil'den bir sabah vakti ayrıldım. Uçakta düşünüyordum ki, önümüzdeki yüzyılda çocuklarımız buralara geldiği zaman çok daha başka bir ülkeyle karşılaşacaklar. İnsanlık yavaş da olsa ilerler, doğru yolu ergeç bulur ve vaktiyle çekilmiş sıkıntılar o tarihte dünyaya gelmiş bahtsızların yanına sadece kâr kalır. Bu ilerleyişe elleri, kolları, beyinleriyle yardım edenler gerçek insanlardır. İnsanlık her güzelliğini onlara borçludur. Bu ilerleyişi kendi çıkarları için köstekleyenler de insanlığın yüz karalarıdır ve bugün dünyanın sefaletten kurtulamamış olması da onlar yüzündendir.

AFGANİSTAN'IN SOSYAL YAPISI NASIL?
Memleket'in sosyal bünyesi üzerinde durmak isterim:

* Bütün mesele milli gelirin hem düşük, hem dağılımın kötü olması... Milli gelir düşük olunca halktan ileri bir hareket beklemek zor. Çalışıp çalışıp da hakkını alamayan topluluklar ancak kalkınma unsuru olabiliyor. Halkın çalışmadığı, çalışmaya alışmadığı ve çalışacak alan bulamadığı, milli geliri düşük memleketlerde kalkınmak için başka formüller aramak gerekiyor.

* Afganistan'da bir takım aşiretlerin ilkel planlarda kalmış menfaatleri var. Bu menfaatler memleketin bütünüyle ilgili menfaatlerle çatışıyor. Hükümetler ise aşiretlere taviz vermek zorunda kalıyorlar. Bu yüzden tam ve akli bir kalkınmaya geçilemiyor.

* Bu çeşit memleketlerde klasik demokrasi uygulanabilir mi? Halk, demokrasinin ilk özgürlüğüne erişir erişmez, işçi sınıflarının kuvvetli olduğu memleketlerdeki gibi alamadığı hakkını alma direncesine ve bunun meşru politikasını gütme yoluna yöneleceğine hemen kendini idare etmiş sınıfın imtiyazlarına bürünme aşkına düşüyor. Yani milli gelir aynı kalacak, halk eskisinden fazla çalışmayacak, fakat eskiden daha fazlasını alacak...

* Bunun için geri memleketlerdeki demokrasiler, müthiş bir sağ eğilim gösteriyorlar. Hatta demokrasiyle ortaya çıkan bu sağ eğilim bazen, despot devrindeki iktidarı bile daha ilerici zannettiriyor.

* İşçi sınıflarının yarattığı değerle değil de, bütün memleketten, yani bütçeden zengin olan azınlığın bulunduğu memleketler bunlar. Halk da eline azıcık imkân geçince aynı yoldan refaha ulaşmaya özeniyor.

* Batı demokrasisinde zengin sınıf, işlettiği müesseselerden zengin olmuştur. Milli gelir düşük değil, fakat dağıtımı kötüdür. Demokrasi hareketi işçiye hakkını arama özgürlüğünü verince, bu dağıtım normalleşmiştir.

* Geri memleketlerde yaratıcı müesseseler yok. Bir küçük zengin sınıf ve bir de gereğince çalışmayan halk var. Halk çalışmasının karşılığını aramıyor, o zengin sınıf intiyazlarına sahip olmayı arıyor. Partilerin başındakiler bunun için örgütleniyorlar. Partilerin içinde kavgalar başlıyor, partilerin aralarında kavgalar başlıyor. Bunlar ne metod, ne doktrin kavgaları. Memleketin bütün servetini ele geçirme kavgaları...

* Biz Afganistan'ın özgür olmasını ve çağınıza lâyık bir seviyeye ulaşmasını isteriz. Ancak bunun yolu bizce klasik demokrasilere yöneliyormuş gibi yapıp bataklığa saplanmak değildir.

* Organik devletçiliğe, kooperatif ve kollektif işletme demokrasisine gidebilirlerse hem milli gelirlerini arttırabilirler, hem de sosyal adaleti çok daha verimli şekilde sağlarlar.

* Ancak bu akımı oralarda kim yaratacak ve bu akımın ortaya çıkaracağı kadro, duruma nasıl hakim olacaktır? Bu soruların cevabını vermekte acizim.

Hem o memleketlerin, hem de insanın mutluluğunu isteyen bütün dünya aydınlarının çabasına güvenmekten başka çare yok...

Çetin ALTAN

BİTTİ

www.superbahis.com
www.sigortam.net

Copyright © 2001, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır