  
Bir cinayetin ardından...
Garih cinayeti sonrası... Hele katil zanlısının yakalanması sonrası.. Bir durup düşünme zamanı. Önce basından başlıyalım!
Bizde mutlaka ve mutlaka basın sözcüsü sisteminin oturması lazım.
Şu cinayet bir aydınlansın...
Bir işin gerçekten ne olduğuna bakalım...
Sonra bir de kaç senaryo üretildi, ona bakalım.
Burada basının kabahati var mı?
Yok!
Ya da çok az.
Bu bir bilgilendirme meselesi...
Basınla ilişkileri irdeleyen kitaplara baktığınızda şöyle bir tanım görebilirsiniz:
"Basın beslenmesi gereken bir yaratıktır. Siz onu doğru bilgiyle beslemezseniz gider ne bulursa yer, çöp dahil herşeye saldırır."
Bu dünyanın her yerinde böyle.
Basınla ilişkilerini düzenleyemeyip muazzam prestij kaybına uğrayan -ve yeni yeni toparlanan- NASA'nın uzay mekiği kazası sonrası başına gelenler, bu konuda ciddi bir emsal literatürü oluşturuyor.
Bizde gerçek anlamda sözcülük müessesesini kullanan, bir tek Dışişleri Bakanlığı. Ve -mutlaka çok etkisi var ki- basınla ilişkilerinde başına en az kaza gelen bakanlık da o.
Çünkü gelenek görenek var, düzenli bilgilendirme var.
"Off the record" bilgilendirme de vardır, yazılmamak kaydıyla ufuk turu yaparlar. Neyi, neden, nasıl yapıyorlar anlatırlar; bir de gerçek anlamda yazılmak, kamuyu bilgilendirmek adına açıklama yaparlar.
Böyle bir uygulama İçişleri Bakanlığı'nda...
Emniyet Genel Müdürlüğü'nde olsa...
Düzenli bilgi verilse...
Ve hatta "Bilgi veremiyoruz, vereceğimiz bilgi bu kadardır. Sağdan soldan duyduklarınızın hiçbir kıymeti yoktur, iş şu merkezdedir" deseler...
Kendileri de rahat edecek, basın da!
Oysa bir talimat geliyor...
"Kimse konuşmasın!"
"Kimse konuşmasın" talimatı asla tutmaz.
"Kimse konuşmasın" demek, -haber kaynakları dahil- "Hepiniz senaryo üretin" demekle neredeyse eşanlamlı.
Onun için mantıklısı, bir yetkili ağzın, düzenli olarak "Doğru, güvenilir, resmi bilgi" vermesi.
Dünya bunu böyle yapıyor, bizde de uygulamanın vakti geldi geçiyor.
İkinci nokta, kişi güvenliği...
Cinayetin de -maalesef gösterdiği gibi- "Ayıp değil mi, çalışsana" dendiğinde para istemekten utanılması beklenirken, cinayet işlendiği bir ortama gelmişiz.
Bunun farkında olmak lazım.
"Eminim" diyemem ama çok olasıdır ki...
Üzeyir Bey New York'ta ondan para isteyen bir dilenciye -hele etraf tenha iken- "Sen utanmıyor musun, çalışsana" diyeceğine 15-20 dolar uzatacak ve canını kurtaracaktı.
New York'a, benzeye benzeye bir bu yönden benzer hale gelmemiz acıdır.
Af ve sosyo-ekonomik durumun meydana getirdiği karışım son derece tehditkâr bir bomba olarak ortada duruyor.
Bu gerçeği görüp tedbir almak gerek...
Burada koruyucu devlet ile korunmaya muhtaç vatandaş arasında da yeni işbirliği formülleri aranmalı...
Bu formüller başka toplumlarda var.
Japonya, emekli işgücünü devreye sokmakta güzel bir örnek.
Japonya'da dolaşacak olursanız yollarda trafik polisliği, işaretçilik yapan yaşlı Japonlar görüyorsunuz...
Amerikalılar emekli polislerini çocuklara karşı suçları önlemekte kullanıyor, mahalle güvenliğinde kullanıyor...
Formül çok!
Polislerimiz ortalama 50 yaşında emekli oluyor.
Emekli maaşı alan polislere artı bir ödenekle arzu edilen / gerek duyulan bölgeleri koruma görevi verilemez mi?
Polis örneğini özellikle veriyorum...
Kamu yönetimi birinci sınıf dersinde polisin legal / resmi şiddet kullanmaya ehil tek toplum gücü olduğunun altı çizilir. Kanun namına "şiddet"e başvurmak tekeli polistedir.
Bu gücü tamamen özelleştirmek veya özerkleştirmek; devletin polisine paralel bir güç oluşması, astarı yüzünden pahalıya gelebilecek bir deneyime dönüşebileceğine göre...
Eldeki atıl gücü devreye sokmanın formüllerini bulmak gerek.
Bir yetersizlik ortamına doğru gidildiği, sokaklardaki manzaralardan belliyken ve çözüm için özel finansman olanakları varken, on binlerce emekli polisin, yaratılabilecek böyle bir imkân karşısında duyarsız kalacağını zannetmiyorum.
Bu yazıya sığabilecek son nokta da...
Sessiz çoğunluk olan efendi insanların -ki hâlâ öyle çok şükür-kendilerinden olmayanlar karşısında tepkilerini ortaya koyabilmeleri...
Terbiyesizliğe anında hesap sorarak, olay çıkartmadan elbette...
Ama terbiyesizliğin yapıldığı bir mekâna bir daha ayak basmadan!
Ne demek istediğimi daha net anlatayım...
Siz "Garson bey bakar mısınız lütfen" dediğinizde yan masa "Hop! Bak bakayım buraya" dediğinde, ürken garson, önce yan masaya bakıyor.
Siz "Baksana lan buraya" diyemeyeceğinize göre...
Bu manzarayı nerede görüyorsanız...
Oradan elinizi ayağınızı çekeceksiniz.
"Lütfen"e cevap veren garsonların çalıştığı ve "Lütfen"i kullananların yan yana geldiği mekânlar ayakta kalacak...
Gerisi de ayakta kalsın, meraklısı olabilir...
Ama "Ulan"la "Lütfen"i yan yana getiren müesseseler bir seçim yapmak zorunda kalır.
İyiliği, güzelliği talep etmek, arzulamak bizim doğal hakkımız...
Çareler üretmek de kamu yöneticilerinin görevi!
Aradaki gri bölge, dünyanın her yerinde var, hep olacak...
O da herkesin şahsi sorumluluğu, kendi riski!
|