Çetin Altan, Cumhuriyetin ilk kadrolarının ekonomi biliminden ne kadar habersiz olduklarını anlatırken bir anekdot aktarır.
1930'lu yıllarda, Başbakan İsmet İnönü, bir gün Maliye Bakanı'na değişik ülkelerin paralarının farklı değerlerde mi; yoksa aynı değerde mi olduğunu sorar. Maliye Bakanı biraz duraladıktan sonra, "Ben de bilmiyorum efendim" der, "ama bizim Dışişleri'nde Fransa'dan yeni gelmiş genç bir memur var. Belki o biliyordur, isterseniz ona soralım."
Şimdi, aradan 70 yıl geçtikten sonra bugün Türk parasının milliyetçi hamasetle ve cuma hutbeleriyle "kurtarılmaya" çalışıldığını görünce insan anlıyor ki, 30'lardan bu yana, yöneticilerimizin ekonomi bilgisinde pek bir değişme yok.
Hâlâ, ekonominin yasalarının karşısına milliyetçi hamasetle çıkılamayacağını anlamıyorlar.
Güçsüz bir ekonominin güçlü parasının olamayacağını, güçlü bir ekonominin ancak, uluslararası rekabete açık bir ekonomi olacağını görmüyorlar.
Bu kampanya yürürken bile, devletin elektrik, doğalgaz akaryakıt fiyatlandırmasını döviz kuru üzerinden yapmaya devam ettiğini, kendi halkına dolar üzerinden borçlanmak zorunda kaldığını görseler de; kapalı ekonomi günlerinin artık çok gerilerde kaldığını, Türk ekonomisinin artık asla kendi yağıyla kavrulan kapalı bir ekonomiye dönüşemeyeceğini bir türlü hazmedemiyorlar.
Bu kampanyanın TL'ye herhangi bir faydası olmayacağı belli. Ama halkın psikolojisi üzerinde ciddi bir zararı olabilir.
Elindeki üç kuruş tasarrufun erimemesi için dolarda kalan milyonlarca insanın, kriz mağduru olduğu yetmiyormuş gibi, bir de kendini "vatana ihanet içinde" hissetmesi gibi...
Atatürk bir konuşmasında Cevat Dursunoğlu'na şöyle der: "Tarih ilerde bizim için 'iyi niyetliydiler ama iktisattan hiç anlamıyorlardı' diye yazacak."
Tarih, 1920'lerin, 30'ların dünyasında, bir saltanatı yıkıp genç bir cumhuriyet kurmaya soyunmuş o genç subayların ekonomi biliminden nasiplerini alamamış olmasını affedebilir.
Ama aynı nasipsizlik aradan 70 yıl geçtikten sonra 2001 yılında hâlâ sürüyorsa; bunu kim, nasıl affedebilir?