Erdoğan'a, Tayyip denir mi, denmez mi?
Peki, neden Tayyip de, Recep değil?
Üç ismini birden söylemek çok yer kapladığı için mi?
Köşe yazılarında fazla yer tuttuğu ve mürekkep israfına sebep olduğu
için mi?
Kimi meslektaşlar, yoksa bir araştırma mı yaptılar?
Bir köşede, misal elli sefer "Recep Tayyip Erdoğan" diye yazınca,
fazladan 150 kelimelik yer kaybedildiği ve böylece de o köşeyi yazan
şahısların, değerli fikirlerine yer kalmadığı için mi, "Tayyip"
şeklinde bir kısaltmaya gidilmektedir?
Ehliyetli, ehliyetsiz; birikimli, birikimsiz; edepli, edepsiz;
seviyeli, seviyesiz binlerce kişinin, hiçbir süzgece tabi olmayan söz
düellosunda, karşımıza öyle bir tablo çıkıyor ki, bu atmosferde Recep
Tayyip Erdoğan'a, "Tayyip" diye hitap edilmesi de "olağan hale"
geliyor.
Hani utanmasalar, "N'aber lan Recep" diyecekler.
Size samimi bir düşüncemi söyleyim, bendeniz şu anda, gazetelerde ve
internet sitelerinde yazı yazan mütefekkir tayfasının birbirine ana
avrat dümdüz gitmediğine şükrediyorum.
Çok boyutlu değil, tek boyutlu düşünmeye alıştırılmış insanların,
"sabır" zaafiyetlerini, her an büyük bir öfke patlaması içine
sürüklenebildiklerini ve çoklukla "husumet duruşunu" tercih
ettiklerini göz önüne alırsak, Erdoğan'a neden "Tayyip" diye hitap
edildiğini kolayca anlarız.
Yenilikçilerin lideri olarak kabul edilen Recep Tayyip Erdoğan'ın,
siyasi, ideolojik ve kişisel birikimi açısından ülkeye verecek fazla
bir şeyi olmadığını bildiğim halde, ben, bir siyasi lider olarak
temayüz etmiş bu şahsa "Tayyip" şeklinde hitap etmeyi uygun bulmam.
Bu, topluma ve ülkenin geleceğine duyduğum saygıdan dolayı böyledir.
Erdoğan, benim canciğer arkadaşım, haşa huzurdan can dostum olmuş
olsa bile böyledir.
Üstelik de, Recep Tayyip Erdoğan gibi, "racon"a çok düşkün bir
lidere, racon dışı hitap, hayli uygunsuz düşmektedir.
Mamafih, Çankaya'da oturan cumhurbaşkanına bile "Ahmet" denildiği bir
memlekette, Erdoğan'a "Tayyip" denilmesi beni pek şaşırtmıyor. Fakat
yine de dikkat çekiyorum.
Cumhurbaşkanı, kendisine "Ahmet" denilmesine belki sessiz kalacaktır
ama Erdoğan gibi "delikanlı bir racon" adamı buna sessiz
kalmayacaktır.
Halk, siyasetçilere güvenmiyor. Partiler ve seçim kanunları
değişmeden kaderinin değişeceğine inanmıyor. Bu istemi mutlaka
cevaplamak gerekiyor. Aksi halde halkın gazabı ilk seçimde statükocu
partileri tasfiye edeyim derken rejimi tehlikeye sokacak sonuçlar
yaratabilir.
TÜSİAD Başkan Yardımcısı Aldo Kaslowski geçenlerde "maalesef ülkenin
gerçek ihtiyaçlarından kendisini koparmış bir siyasetçi sınıfına
sahibiz" dedi.
Doğrudur, çünkü siyaset, devlet rantını paylaşan kesimin çıkarlarını
temsil eden bir kurum olarak yapılandı.
Enflasyonun körüklediği gelir çekişmesi, baskı ve hileyi bu amaçla
kullanırken, uzmanlaşmış siyaset profesyonelleri yarattı.
Anadolu Ajansı'nın Hazine yetkililerini kaynak gösteren bir
değerlendirmesi, siyaset kurumunda Partiler ve Seçim yasaları
değişikliği ile yapılması talep edilen reform için "uygun bir
iklim"in doğduğunu haber veriyor:
"Şu anda bütçede kaynak olarak dağıtılabilecek çok fazla şey kalmadı.
Siyasetçinin oyun alanı daralıyor.."
Yani anahtar uydurup kasayı açsalar bile içinde para bulamazlar!
Ayrıca bu olguyu, IMF denetimi ve denetimin dayattığı şeffaflaşma da
destekliyor. Marifet, para dolu bir Hazine'yi yağmalama niyeti
taşımayan bir siyaset sınıfı yaratmaktır.
Partiler ve Seçim kanunu değişikliği de bu amacın en öncelikli aracı..
Bugünkü meclis, Hazine'den geçinme kuralına göre seçilmiş bir
meclistir. IMF çekip gidince, devletin olanakları artınca eski
rollerine dönmek isteyeceklerdir.
O nedenle kriz geçmeden, IMF denetimi tavsamadan bu reform
gerçekleştirilemezse tren yine kaçacaktır.
Koalisyon liderleri, Anayasa değişiklikleri için Eylül'de toplanacak
meclisin gündemine mutlaka bu reformu da koymalıdırlar.