Türkiye'de olup biteni izledikçe insan çaresizliğe düşer. Oysa "çaresizlik duygusu" olabileceklerin en kötüsüdür. Çaresizliğe düştüğümüz andan itibaren sorunlarımızın çözümünün, tıkanıklık içinden çıkacağına inanmaya başlarız. Yaşadığımız sorunların sonuçlarını, o sorunların nedenleri olarak kabul eder ve çözümün bu sonuçlardan hareketle bulunacağını düşünürüz.
Bugün Türkiye'yi, Türkiye'nin kamuoyunu kuşatmış olan işte böyle bir "ruh hali".
Bu arada, hem yaşadığımız sorunlar ülkeyi altüst etmeye devam ediyor, hem bu sorunların nedenlerini ortadan kaldırmaya yönelik fırsatları bir bir kaçırıyoruz elimizden.
Oysa üç önemli sorunumuz var; bizi kimi zaman açık açık, kimi zaman içten içe kemiren.
Bir "vatandaşlık sorunu" yaşıyoruz...
Bireylerin toplumla yaptıkları, o topluma aidiyetlerini tanımlayan temel siyasi sözleşme olan vatandaşlık anlayışımız, tek kültür üzerine kurulu, yasakçı, zorlayıcı, sınırlayıcı bir anlayış, ülkeyi kutuplara bölen bir anlayış...
Bir "laiklik sorunu" yaşıyoruz...
Değişik inançlar arasında tarafsız hakemlik görevi yapması gereken laiklik anlayışımız; taraflı, belirli bir yaşam biçimini vâzeden, din ve siyaset ilişkilerini tanzim etme konusunda eli kolu bağlı olan ve karmaşa yaratan, ülkeyi laik ve İslamcı kutuplarına bölen bir anlayış...
Bir "temsili demokrasi sorunu" yaşıyoruz...
Demokrasi anlayışımız, "kurumlara değil, kişilere endeksli" olan, kısa vadeli rant dağıtımı karşılığında oy isteme esası üzerine kurulu. Kurallar ve hukukun yerine keyfiliğin egemen olduğu, yasaları toplumsal taleplere uydurmak yerine toplumu yasalara uydurmayı şiar edinmiş, çoğunlukçu olmayan, azınlık hakkını yok sayan bir anlayış...
Bir etik sorunu yaşıyoruz.
Objektifliğin yerini sübjektifliğin aldığı, sübjektifliği ise tamamen çıkarların belirlediği, bildik ilkelerin bile çıkarlar etrafında, keyfi bir şekilde yeniden tanımlandığı, siyasetten medyaya kadar her yeri kuşatan bir anlayış zihinleri yeniden şekillendiriyor adeta.
Bu sorunların dördü de zamanın ruhuna, toplumsal taleplere, çağdaş bir demokrasiye ters düşen, ters düştükçe toplumu toplum kılan bağları, toplumun değişik kesimleri arasındaki temasları yok etmeye başlayan unsurlar...
Peki kim bu bunalımların sorumlusu?
Zor yollara işaret edecek tarihi, gelenekleri, siyasi kültürü bir an için bir yana bırakırsak; sorumlular, her bir sorunu bir rant musluğu haline çevirenlerdir, aslında...
Ekonomik, siyasi, kültürel kaynakları dağıtan ana bayiin işletmecileri ile onun ara bayiliğini yapanlardır. Yani bugünkü devlet ve siyasi parti yapılanmasından taviz vermeyenler, toplumun değişim gereğine ve talebine hoyratça meydan okuyanlardır...
Bilin ki, sorunlar yok saymakla ortadan kalkmıyor.
Bilin ki; sorumluların kurduğu, tartışmayı, "siyaseti boğan hegemonya", sorumluluklarını ortadan kaldırmıyor.
Ve bilin ki, devletin farklı kesimler ve talepler üzerine kurduğu tahakküm, gücün değil güçsüzlüğün göstergesidir...
Bir düşünün...
Niye bu ülkenin sorunlarını tartışmıyoruz artık?
Not: Bu yazı yazılırken şoke eden bir haber geldi. Bu ülkenin diyaloğa en fazla inanan, tartışmaya en açık, en çok tartışan ismi Üzeyir Garih'in öldürüldüğü haberi geldi. Eyüp mezarlığında bıcaklanalarak öldürülmüş olmak, Garih'in için, hiç haketmediği bir sondu. Olay mutlak aydınlatılacak, ama giden geri gelmeyecek. Garih'i ve temsil ettiklerini özleyeceğiz. Toprağı bol olsun....