Malumu tarife gerek yok: Bir süredir 28 Şubat günlerinde olduğu gibi bazı hukuki girişimlerle siyasi karalama kampanyaları üst üste oturuyor. Savaş çığlıklarının atıldığı "köktenci bir kutuplaşma" ortamında, "hukuki girişimlerin özgürlükler düzeninde yarattığı vahim sonuçlar", bu çerçevede "demokrasinin uğradığı zemin kaybı" kimsenin dikkatini çekmiyor.
FP davası kararıyla başlayan bu süreç, "demokratik alanın hukuk eliyle daraltılması süreci" bugün de devam etmektedir.
Önce FP davasından başlayalım...
Bu davada Anayasa Mahkemesi sadece bir partiyi kapatmakla kalmamış, oluşturduğu içtihatla "siyasi alana, bu alanı koruyan tüm araçları delerek müdahale etmiş"ti. Anayasa Mahkemesi "TBMM faaliyetlerini denetlenebilir hale getirmiş", toplumsal bir durumu ifade eden, laiklik ilkesi çerçevesinde siyasetin düzenleme alanına giren "türban"ı, siyaset üstü bir mesele kılmış, türban sorununu gündeme getiren partilere kapatılma yolunu açmıştı. Bu yetmemiş, Kavakçı konusunda Meclis faaliyetinden hareketle verdiği cezalarla, "milletvekiliği dokunulmazlığı"nı ve "kürsü masuniyeti"ni anlamsızlaştırmış ve müdahale edilebilir hale sokmuştu. Bir milletvekilinin kapatmaya esas gösterilen kitabıyla ilgili davası beraatle sonuçlanmasına rağmen, bunu veri kabul etmeyerek, "ikili bir yargı sistemi"ne zemin hazırlamış, adalet mekanizmasını içeriden zayıflatmış ve siyasileştirmişti.
Başka bir deyişle, hukuk mercii, siyasi alanı biraz daha daraltarak "laiklik, vatadaşlık gibi temel toplumsal mutabakatların yenilenmesi"ne set çekmiş, "devlette yaşanan otoriterleşme sürecine eşlik etmiş", hatta onun yeni zeminini hazırlamıştı. "Hakları garanti altına alan hukuk devleti"nden çok, "asli işi hakları sınırlamak olan devlet hukuku"na gönderme yapan bu görülmedik uygulama, savaş çığlıkları arasında tartışmaya bile açılamamıştı.
Bugün biraz daha derinleşerek devam eden bu "süreç", yine aynı çığlıklar nedeniyle hiçbir şekilde tartışma konusu yapılmıyor.
Kanadoğlu'nun 5 AK Parti kurucusu hakkında "tesettürlü oldukları gerekçesiyle tedbir kararı" talep etmesi, bu açıdan göz ardı edilemez.
Bu taleple Başsavcı, Anayasa Mahkemesi'nin "kanun koyucu" rolünü oynamasını, yani yasama alanına girmesini, başka bir deyişle Anayasa ve yasaların kendisine vermediği bir yetkiyi kullanmasını talep ediyor; kimlerin parti kurucu, kimlerin milletvekili olabileceğine dair bir karar almasını istiyor. Daha doğrusu "tesettürlü olmak parti üyeliği için engeldir" kararını talep ediyor.
Oysa bu talep ve bu talep doğrultusundaki olası bir karar, başlı başına "demokratik işleyişi ters yüz etmek" anlamına gelir. Zira hem "kuvvetler ayrılığına müdahale" anlamını taşır, hem parti üyeliği, kuruculuk gibi temel "temsil ve katılım mekanizmalarına sınır koyarak siyasetin alanı daraltır." Ayrıca yarısı başörtülülerden oluşan bir ülkede toplumsal duruşları "meşru başı açık" ve "gayrimeşru başı kapalı" olmak üzere, demokrasinin ilkelerine tümüyle aykırı bir şekilde böler ve eşitsizlik yaratır.
TBMM İç Tüzüğü'nün, tesettürlü milletvekillerinin yemin etmesine zaten mani olduğu dikkate alınırsa, bu girişim "otoriter devlet ideolojisi" dışında hiçbir mantıkla açıklanamaz.
Kaldı ki burada mesele sadece "tesettür", yani "esas" değildir; aynı zamanda, "emsal" yani "usul"dür. Mesele temsil ve katılım mekanizmalarına ilişkin kuralların, sorumluluğu ve yetkisi olmayan bir merci tarafından oluşturulması kapısının aralanması, "Türk usulü demokrasi komedyası"nda yeni bir perdenin açılmasıdır...
Tartışmadan korkmayın; bilin ki, hukuk ve siyasi kumpasların iç içe geçtiği nokta atışlarının "faturası" sadece "hedef alınan siyasi kimliğe değil, tüm topluma, tüm özgürlükler düzenine" çıkıyor.