Milli güvenlik mi, ulusal rekabet gücü mü?
Anlaşılıyor ki, Avrupa Birliği'ne tam üyeliğimiz gündemde kaldıkça, "milli güvenlik" konusu da tartışılmaya devam edecek. Nitekim geçen günkü gazeteler bu konudaki gelişmeler ile doluydu.
Görevini devreden Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Orgeneral Cumhur Asparuk'un "Milli güvenlik herşeyin önünde gelir" dediğini de, askeriyenin, "temel hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılmaması"nı tanzim eden 14. maddenin Batılı ülkeler anayasasına göre düzenlenmesini önerdiğini de o haberlerden öğrendik.
AK Parti ile ilgili son gelişmeler de dahil, olup bitenin daha iyi anlaşılması için, Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki "zihniyet" farkını netleştirmek gerekiyor.
Örneğin, tartışma konusu edilen Anayasa'nın 14. maddesi "devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü" esas alıyor. Bu, milletin aynen devlet gibi düşünmesini gerekli kılan bir ideolojik yaklaşım. Bireyin temel hak ve özgürlüklerinin önüne başka tabular koyuyor. Bunu Avrupa demokrasisinin anlamasına imkân yok. Zaten anlamıyor da.
Önce milli güvenlik dersek
Liberal demokrasilerde, bireysel haklardan hiçbir şekilde taviz verilmiyor. Oralarda, eğer birey temel hak ve özgürlüğünü kullanamazsa, devletin ve toplumun dara düşeceğine inanılıyor. Bireysel hakların kullanılmadığı ülkelerde toplumsal rahatsızlıkların ortaya çıkmayacağı ve tedavi edilemeyeceğini düşünüyor gerçek demokrasiler. Üstelik bunu geçmişlerinden aldıkları acı derslerle sınamışlar da.
Bizde ise tersi. Eğer birey, temel hak ve özgürlüklerini kullanırsa herşeyin mahvolacağı inancı var.
Bu anlayış da, askeriyenin "önce milli güvenlik" kavramını öne çıkarmasına dayanıyor. Ancak bu anlayışın dertlere deva olduğunu söylemek zor. Devletimiz ve milletimizle bölünmez bütün olduğumuzu söyleye söyleye, ağır toplumsal felâketler yaşadık. Otuz bin çocuğumuz öldü. Milyarlarca dolar uçtu gitti. Dağlarımızı bombalayıp, ormanlarımızı yaktık.
Avrupa Birliği ülkeleri gibi temel hak ve özgürlüklere öncelik verseydik, muhtemelen bunların hiçbirini yaşamayacaktık ve bugünkü krizlere girmeyecektik.
Savunmaya giden paralar
Askeriyenin "ekonomik kalkınma" anlayışı olmaması durumu çok zorlaştırıyor. Milli güvenlik tabusuyla yatıp, milli güvenlik tabusuyla kalkıyoruz ama bunun kadar önemli olan "ulusal rekabet gücü" ile hiç mi hiç ilgilenmiyoruz.
Bu nedenle paralar sürekli savunmaya gidiyor ve sürekli fakirleşiyoruz. Çünkü dünya rekabetinde sürekli sıklet kaybediyoruz.
Stockholm International Peace Research Institute tarafından yapılan son araştırmalar 1991 ile 2000 yılları arasında savunma harcamalarında bir düşüş olduğunu gösteriyor. Dünyada harcamalar yüzde 11 oranında gerilemiş. Bu oran Ortadoğu'da yüzde 14'e, Kuzey Amerika'da yüzde 16'ya ve Avrupa'da yüzde 19'a çıkıyor.
Bu temel trende karşın, ABD'nin "üçüncü dalga" dediğimiz sanayi sonrası toplumun askeri anlayışına geçmesine yönelik yeni yapılanması nedeniyle son iki yıldır harcamalarını yükselttiği de gözleniyor. Bu, Rusya'ya da harcamalarını yükseltme mecburiyeti getiriyor.
Sürekli fakirleşmeye rağmen
2000 yılı itibariyle dünya askeri harcamaları toplamı 798 milyar dolar. Dünya toplam üretiminin yüzde 2.5'u kadar. Bir başka deyişle kişi başına 130 dolarlık askeri harcama düşmekte..
Dünyadaki askeri harcamalar sürekli azalırken, Türkiye'nin, "ulusal rekabet gücü" kavramına sürekli boşverip "milli güvenlik" konuşmasının faturası olarak en çok askeri harcama yapan ülkeler arasındaki yerini hiç kaybetmediğini görüyoruz. Üstelik 1995 yılından beri de harcamaları hep artmakta. 1995 yılında 8.3 milyar dolar olan harcama miktarı 2000 yılında 12.3 milyar dolara çıkmış.
2000 yılında, en çok askeri harcama yapan 15 ülke arasında 12. sıradayız. Yapılan harcama, dünya askeri harcama toplamının yüzde 1'ini oluşturuyor.
1999 yılı itibariyle, Türkiye toplam üretiminin yüzde 5.4'ünü askeri harcamalara ayırmış. Yunanistan ise ancak 4.8'ini. Yunanistan en çok askeri harcama yapan ülkeler arasında da yok zaten.
Sürekli fakirleşmeye rağmen silahlanmadan vazgeçmeyen bir anlayış var ülkemizde.
Rekabet gücü önemsiz mi?
Beyaz Saray'a bağlı olarak çalışan ABD Rekabet Konseyi (Council of Competitiveness), dünyanın bu en büyük askeri gücünün çok hayati başka öncelikleri olduğunu gösteriyor. Amerika, "ulusal rekabet gücünü" kaybetmemek için çok temel araştırmalar peşinde. Bizde esamisi bile okunmayan araştırma ve geliştirme harcamaları, Amerika'nın asla vazgeçmeyeceği bir öncelik.
Amerika, "ulusal rekabet gücünü" şöyle tanımlıyor: "Dünya pazarlarında kendine yer bulabilecek katma değeri yüksek mal ve hizmet üreterek tüm Amerikan halkının reel gelirlerini artırma kapasitesi."
Amerika, "ulusal rekabet gücü" raporunda, buluşların artan önemine değiniyor. Bir ülkedeki "bilginin" katma değeri yüksek ürünlere ve hizmete dönüşme kapasitesi, ülkenin en önemli rekabet unsuru haline geliyor. Buluşların, sadece "yeni ekonomiyle" sınırlı kalmadığı, tüm faaliyet alanlarının üretkenliğini artırdığı ısrarla belirtiliyor.
Türkiye ise, savunma harcamalarında şampiyonluğunu sürdürüyor ama dünya piyasalarındaki iddiasını bu kadar yüksek perdeden tekrarlamıyor. Dünya nüfusunun yüzde birini oluşturmamıza, dünya askeri harcamalarının aynen İsrail ve Güney Kore gibi yüzde birini yapmamıza rağmen dünya ticaretindeki payımız binde 5'i bile bulmuyor.
Üstelik, milli güvenlik için ulusal rekabet gücünün asıl olduğunu da kimse seslendiremiyor. Güvenlik uğruna sürekli fakirleşiyoruz.
Plâna bak, gör halini
Milli güvenlik devleti olan Türkiye'nin, "ulusal rekabet gücünü" öncelikle ele almadığı için nasıl bir "milli fakirlik devletine" dönüştüğünü beş yıllık plan açıkca gösteriyor. 7. Beş Yıllık Plan şunları söylüyor:
"Bilim ve teknoloji politikaları, diğer sektör politikalarıyla uyumlu olarak belirlenememiş, mal ve hizmet üretimini geliştirmeye yönelik ulusal stratejilerin, politikaların ve kalkınma planlarının ana ekseni olarak ele alınmamıştır. Böylece bilimsel gelişme, teknoloji yeteneğinin artırılması ve eğitim-öğretim sistemi ile teknolojinin entegrasyonu mümkün olamamıştır. Bunun sonucu olarak, Araştırma-Geliştirmede kritik noktayı oluşturan AR-GE faaliyetlerine GSYİH'dan ayrılan payın yüzde 1'e ve iktisaden faal 10 bin kişiye düşen tam zaman eşdeğeri araştırmacı personel sayısının 15 kişiye çıkarılmasında başarılı olunamamıştır."
AR-GE faaliyetlerinin GSYİH'deki payı, Amerika'da yüzde 2.8, Japonya'da yüzde 3, AB'de yüzde 2'dir. Türkiye'de ise binde 5'tir.
İktisaden faal olan on bin kişiye düşen araştırmacı sayısı AB ülkelerinde 40, ABD'de 80 ve Japonya'da 90'dır.
Kısacası, araştırma ve teknoloji yaratma konularında bırakın yol almayı, Türkiye daha yola bile çıkmamış. Bu, sürekli fakirleşmeye devam edeceğiz anlamına geliyor.
Peki sürekli fakirleşip, sürekli silahlanarak mı yaşayacağız?
Artık galiba, "ulusal güvenlik" kadar "ulusal rekabet gücü" de önemlidir demeyi, askerler de dahil olmak üzere hepimiz öğrenmek zorundayız. Yoksası ise yok.
|