Milli güvenliğin tartışılmasını "milli güvenliğe aykırı" bulan açıklamasıyla askerin kendi siyasi alanını koruma hedefi güttüğü açıktı. Açıklama; zamanlamasıyla, içeriğiyle kendisini ve bu hedefi ele verdi. Ve her zaman tutan formül bu kez tutmadı, "asker öksürünce sistem nezle olmadı".
Tersine "cin şişeden çıktı", asker ve milli güvenlik konusu bir tür tartışmaya açıldı.
Bunun çeşitli nedenleri var; en önemlisi, "sivil siyaset etrafında oluşan konsensüs" var.
Bir kere, ANAP ve Mesut Yılmaz geri adım atmadı, "ileri bir hamle yaparak çatışmayı reddeden ancak tartışma konusunda ısrarlı" olan bir tavır aldı. Askere, "muhatap siz değilsiniz, siyasi partilerdir; partiler arenası ve parti kongreleri meşru zeminlerdir; tartışma sürecek, bu konuda TBMM de gerekli kararları alacak" diyerek kararlı davrandı.
Öte yandan neredeyse istisnasız "tüm gazeteler", "yazarların ezici çoğunluğu", "TÜSİAD başta olmak üzere birçok oda, dernek ve sivil toplum kuruluşu", bu tartışmanın açılmasından, "sivil siyaset"ten, "sivil siyasetçi"den yana ağırlık koydu.
Başbakan Nice Zirvesi'ndeyken yapılan Genelkurmay açıklaması, Ulusal Belge'nin hazırlık safhasında MGK temsilcisinin hem içerik hem denetim açısından devreye girmesi, bu konuda MİT ve Genelkurmay arasında yaşanan çelişki, yerel yönetim reformunun önüne çıkarılan engeller... Tüm bunlar bilinse de telaffuz edilmiyordu; şimdi ediliyor ve edilecek... Milli güvenlik uygulamaları ile AB hattında Türkiye'nin yapması gereken değişiklikler arasındaki "ana çelişki" iyice ortaya çıkacak.
Görmek gerek; Türk siyaseti ve medyası, atması gereken ilk adımı geç de olsa atmıştır. Bu gelişme gerek "demokratik kurumlara sahip çıkılması", gerekse "demokratik değişim programına meşruiyet kaynağı oluşturması" açısından son derece önemlidir.
Aynı gelişme, içinde bulunduğu iç ve dış koşullar itibariyle "demokratikleşme-otoriterleşme yol ayrımı"nda olan sistemin temel çelişkisini, gerilimini belirginleştirmesi açısından da hayatidir.
Peki şimdi ne olacak?
"İktidar ilişkisi"nin klasik bir tanımı vardır:
Tüzel ya da gerçek; bir kişi, bir diğer kişinin isteğini gerçekleştirmemesi halinde maddi ve manevi kayıplara uğrayacağını bilir ve o nedenle bu isteği yerine getirirse, orada bir "iktidar ilişkisi" var demektir.
Askerin açıklamalarında bugüne kadar ilişki hep böyle olmuştur.
Bugün öyle olmadı.
Olmadı zira "meşruiyet", uzun süredir ilk kez, "güç" kadar önem kazandı.
Bundan sonra izlenecek, üzerinde 21 Ağustos MGK'sının bulunduğu çatışma vaadeden güzergâhta da, "güç ve meşruiyet arasındaki ilişki" tayin edici olacaktır.
Dün Manisa'daki "akıl almaz görüntüler"de olduğu gibi, bir generalin bir partinin ilçe başkanını herkesin gözü önünde itip kakması, tartaklaması türü olaylardan tutun da, daha sert açıklamalarla, "kişilerden HADEP'e, HADEP'li belediyelere, Kürtler'e oradan İslamcılara istihbarat raporu bombardımanı"yla çeşitli yönlendirme ve mayınların devreye girmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Tek tek siyasi partilerin, hükümet üyelerinin alacağı tavır, basının tutturacağı üslup, bu açıdan son derece önemlidir. Zira bu, "Türkiye'nin girme şansı bulduğu ve demokratikleşmeye açılan kapıyı ifade eden ciddi bir sınav"dır.
Ancak tüm bu muhtemel gelişmeler çerçevesinde şu noktayı hiçbir zaman gözden kaçırmamak gerek:
Türkiye'de "milli güvenlik ideolojisi" ve "milli güvenlik devleti" meselesi, sadece AB ile bütünleşme, yerel yönetimler gibi değişime ilişkin bazı kararların neler olması gerektiğiyle sınırlı değildir. Aynı zamanda "siyasi karar süreç ve yapılarının, devletin işleyişinin sivilleşmesi" meselesidir. Çünkü ikincisi olmadan birincisinde doğru yol tutturulamaz.
"Güvenlik ve kast devleti"nden "refah ve hukuk devleti"ne geçmenin zamanı geldi geçiyor....