Düşünsenize yahu, bir kere "Basın Bayramı" haftasıydı!
Ve biz ne yaptık, "Basında sansürün kaldırılışının seksen küsuruncu yıldönümü"nü kutladık cemaat olarak!..
Hafta boyunca bizim sektörden arkadaşlarla "her gün bayram" yapıp durduk!
Ah ne güzel, "sansür mansür hak getire" deyip, yüreğimizden geçenleri hiç çekinmeden satırlara geçirip epeyi keyif çattık!
Fazlasıyla özgürdük canım, karışanımız, görüşenimiz hiç olmuyordu.. Cebimiz, cepkenimiz, cüzdanımız da yeterince şişkindi zaten, har vurup savuruyorduk paraları!
"Bayram"dı ya, cicilerimizi giyip Cağaloğlu'nda kurulan "bayram" yerine doluştuk.. Çok kalabalıktık, hem de fazlasıyla..
Gerçi, eli kalem tutup da çalışamayan (!) arkadaşlarımız vardı ama olsun varsındı.. Biz yine de "bayram"ımızı kutlamaya devam ettik!
Kuzular çevirip afiyetle yedik, hamaklara sereserpe uzandık ve özgürce yazdıklarımız yetmiyormuş gibi bir de "bayram yeri"nin ortayerindeki (!) kürsülere çıkıp ağzımıza geleni söyledik!.. Ve Hyde Park misali kürsüde yaptığımız konuşmalarla, yazdıklarımızın da ilerisine geçtik!
Aslında, özgür basının özgür mensupları olarak bizimkisi şımarıklıktı doğrusu, daha ne istiyorduk ki? Belamızı mı?
Hem de böylesine müreffeh ve seksen yıldır yazılara sansür konmayan bir ülkede..
Haa, az kalsın unutuyordum..
Cağaloğlu'ndaki "bayramyeri"nden bir ayrılışımız vardı ki görmeliydiniz!
Bir yandan Sirkeci'ye doğru keyifle yürürken, bir yandan da yüksek sesle haykırıyorduk!
"Devletlum sen çok yaşa..Yaşasın Sansürsüz Basın Yılları, Yaşasın Basın Bayramı!"
Sevgili okur...
Çok özür diliyorum sizden.. Üstteki satırların benimle ilgisi yok.. Galiba bilgisayarıma virüs girdi, yazıyı bırakıp gitti! Aksiliğe bakın ki atamıyorum da!
Neyse, ben size geçen hafta içinde, başımdan (pardon başımızdan!) neler geçtiğini "tüm gerçekliğiyle" aktarayım da gerisini siz düşünün..
Evet, aslında ben hafta boyunca Ahmet Altan'la birlikteydim.. Yani, Dolmabahçe Sarayı'ndaki "Basın Bayramı" gecesinin yapıldığı, gazetelerde sayfa sayfa "Basında Sansürün Kaldırılışının Seksen Küsuruncu Yıldönümü"ne ilişkin dizi yazıların yer aldığı ve "Basın Özgürlüğü Ödülleri"nin dağıtıldığı hafta içinde..
Düğmeye tam 10 gün önce basmıştık! O gün, "Bir Yudum İnsan"a konuk olması için Ahmet Altan'ı aradım, sağolsun beni kırmadı ve birkaç gün sonrası için sözleştik.. Hal hatır faslı derken, öğrendim ki Altan'ın, o gün mahkemesi varmış ve çok acele Bakırköy Adliyesi'ne yetişmesi gerekiyormuş!
Davaya konu olan mesele mi? Altı ay önce kaleme aldığı bir köşe yazısıydı..
İki gün sonra sözleştiğimiz üzre atv stüdyolarına geldi Ahmet Altan..
Röportaja tam başlamak üzereydik ki ekipten bir arkadaşımız odaya girdi ve elindeki sarı zarfları göstererek, "Ahmet Bey, mahkemeden gönderilmiş iki zarf var size ait, tesadüfen muhaberat servisindeydim postacı bıraktı, ben de size getirdim" dedi.. Herkes şaşkındı, ama bir yandan da gülüyorduk..
Nur topu gibi iki "dava"sı daha olmuştu Ahmet Altan'ın, üstelik tam hayatını anlatmak üzereyken öğreniyordu..
Davalara konu olan mesele mi, ikişer ay arayla kaleme aldığı iki köşe yazısıydı!
Ve aradan iki gün daha geçti.. (Basın Bayramı kutlamaları devam ediyordu bu arada)
Ayrıntılı çekimler yapmak için kameramızla, ışıklarımızla Altan'ın evindeydik.
Masada sarı bir zarf duruyordu.. Sorduk, anlattı Ahmet Altan..
İki saat önce bırakmıştı postacı, yine bir başka mahkeme celbi, yine bir başka adliye!
Davaya konu olan mesele mi? Bir buçuk ay önce kaleme aldığı bir köşe yazısıydı!
Ve ertesi gün..
Biz, ekip olarak bilgisayarın başına geçmiş Ahmet Altan'ın hayatıyla ilgili satırlararası yolculuk yaparken, yani hikayemizi karalarken..
Akşam saatlerinde ajanslar flaş flaş bir haber geçmeye başladı.. Sabah gazetesi yazarları Gülay Göktürk ve Ali Bayramoğlu'yla birlikte Ahmet Altan için, 159'uncu maddeden yargılanmak üzere haklarında dava açılmıştı..
Davaya konu olan mesele mi? İki buçuk ay önce kalemlere alınan üç köşe yazısıydı!
Ve Basın Bayramı Haftası'nın son günü.. Biz yine albümleri gözden geçirmek üzere Ahmet Altan'ın evindeyiz..
Telefonun zili "tatlı tatlı" çalar! Arayan, Altan'ın avukatı Gülçin Çaylıgil'dir.. Özetle anlattıkları...
"Atakürt" başlıklı yazısından dolayı üç yıl önce, birbuçuk yıl hapse mahkum olan Ahmet Altan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvurmuş ve Brüksel'deki yargıçlar davayı görüşmek üzere iken (!) Türkiye Cumhuriyeti Devleti, resmen başvurarak, Altan'a uzlaşma için 30 bin Frank ödemeyi önermişti. Yani "Ahmet Altan'dan özür" anlamında davanın kapanmasını istiyordu..
Davaya konu olan mesele mi? Malumunuz üzre yine bir köşe yazısıydı!
Bu arada "Ahmet Altan portresi"ni yazmak üzere başına üşüştüğümüz kompütürün beyni, "her yeni gelişme"den dolayı ne yapacağını şaşırıyordu!