Bu nasıl bir ülkedir ki, her gün yeni bir "skandal"la, her gün yeni bir "kriz"le, her gün yeni bir "asayiş sorunu"yla karşı karşıya?
Bu nasıl bir yönetimdir, nasıl bir zihniyettir ki; her toplumsal, ekonomik, siyasi sorunu bir asayiş meselesi olarak görür?
Bir toplum nasıl olur da ekonomik, siyasi, kültürel şiddet türleriyle bu denli iç içe yaşar, onları bu denli yoğun solur.
Bir yanda "fiili şiddet"...
Öte yanda "sembolik şiddet"...
Siyasete güvensizliğin, daha derinde, siyasetçi üzerinden topluma güvensizliğin ürettiği; açık ya da gizli, siyasi ya da parasal tehditlerden beslenen; steril toplum, steril siyaset, "steril iktisat söylemleri"yle topyekun bir "sterilleşme düzeni" oluşturan "sopalı bir bürokratik zihniyet"...
Toplumun taleplerinden, siyasetin yapısından duyduğu rahatsızlık karşısında, onları değişime itmeye değil, imha etmeye yönelen bir mantık...
Değişimin, dönüşümün "esas"tan önce "usul" meselesi olduğunu unutan, benimsediği "her modeli, her projeyi, her programı insandan, toplumdan, siyasetten arındırmakla işe başlayan" bir anlayış...
Toplumsal, kültürel ve siyasi sorunları asayiş meselesi olarak görmek; tarih boyunca o sorunların ardındaki talep sahiplerini "suçlu" ve "şüpheli" olarak lanse etmekten, böyle lanse ettikçe kaba güç kavgalarını beslemekten başka bir işe yaramamıştır...
Ne var ki, bazıları hâlâ "gazete köşeleri"nde otoriterleşmenin yol olduğunu anlatıyor, halkın kuru demokrasi laflarından sıkıldığını, çözümün "tepeden inmeci zihniyet"te olduğunu söylüyor. Bazıları hâlâ resmi kanalları kullanarak bu zihniyetin hükümranlığını kanıtlarcasına, yargıyı bile denetimine tâbi kılmaya çalışıyor.
Birey, siyaset ve talep yerini asayişe, suçlulara, şüphelilere, tehditlere bırakınca; bir ülkeyi, bir ekonomiyi yönetmek, siyasi-ekonomik sorunları çözmek nasıl mümkün olur dersiniz?
İki yolla aslında..
Fiziki ve sembolik şiddetin dozunu artırarak, yani otoriterleşerek...
Bu otoriterleşmenin bedelini ödeyerek, yani yönetim yapısı içinde krizden krize koşarak, yönetici ilke ve kuralların içini boşaltıp onları çatışma nesnesi haline getirerek...
Bir sorunu var bu ülkenin...
Şiddete ilişkin bir sorunu var. İşkencelerle, faili meçhul cinayetlerle, askeri darbelerle, temel hak ve özgürlükleri askıya alan olağanüstü hallerle, toplumu kuşatan yasal ve yasa dışı siyasal şiddetle, saray içi ilişkilerdeki kumpasların, enformel ilişkilerin, hesaplaşmaların yaydığı sembolik şiddetle ilgili bir sorunu var...
Bu sorunların hepsi tek bir yere gönderme yapıyor...
Toplumu, insanı, siyaseti dışlayan yönetime, devlete...
Devlet ve şiddet ilişkisini, hiç düşündünüz mü?
Şiddetin nasıl aleni, nasıl kuralsız, nasıl keyfi uygulandığını; bir kriz, bir olay, bir kişi üzerinden toplumun bir kesimini ya da tümünü nasıl kuşattığını, tahrik ettiğini farkettiniz mi?
Aslında, şiddeti kullanma hakkına sahip tek güçtür devlet. Toplumun, ekonominin ortak yaşam kurallarına, yasalara uymayanlara ve şu ya da bu amaçla şiddet kullanmaya kalkan kişilere, kurum ve gruplara karşı kullanır bu gücünü...
Ama şiddet kullanımı; "toplumsalı devrede tutuyorsa, yasalsa, onu kullanma biçimini sınırlayan, tanımlayan, şeffaf kılan kurallara uyuyorsa meşrudur"...
Öyle değilse eğer; sadece güçlerin, güçlülerin oyunu oynanır; yolsuzluk, vefasızlık ve kumpas siyaset adına buradan beslenir.
Keyfilik sadece bedeni hedeflemez; onuru da, insan haysiyetini de vurur.
Keyfi ve sembolik şiddete karşı ayakta durmanın tek yolu yine şiddet olur, teşvik edilen şiddet olur.
Siyasi alanda, toplumsal hareketlerde, ekonomik beklentilerde bunun onlarca örneğini görmüyor muyuz?
Toplum ve yaşam; sadece kurumlardan, gruplardan oluşmuyor.
Onun merkezinde insan da var.