Fransa turunu manşetten veren gazete..
"Günün birinde Fransa Turunu manşetten veren bir gazete gene çıkacak bu ülkede.." dedim.. Sabah Spor Müdürü İbrahim Seten'le oturuyoruz. Foto Maç Genel Yayın Müdürü Altan Tanrıkulu da orda.. Gençlerle sohbet hoşuma gidiyor. Vakit buldukça gidiyorum spor servisine..
Masanın üzerinde Foto Maç var.. Birinci sayfasında da, gene yığınla transfer haberi, dedikodusu.. Sonra..
Ona baktım da söyledim zaten "Günün birinde Fransa Turunu manşetten veren bir gazete 'gene' çıkacak bu ülkede.." lafını..
'Gene' sözcüğüne dikkatinizi çekmek istedim, ikinci yazışımda..
Çünkü biz 1957 yılında, Cihat Baban ve M. Ali Kışlalı'nın Yeni Gün'ünde, Fransa Turunu günü gününe manşetten verirdik.. Daha sonra da Öncü'de.. Türk medyasında çok şeye gerçekten Öncülük eden, kitabı yazılası o muhteşem Öncü'de..
İşin en güzel yanı da ne olurdu bilir misiniz?..
Turun bittiği günün gecesi, telefonlar hep spora çalışırdı.. "Turu kim aldı" diye..
Verirsen, iyi verirsen, okuyucu kitleni de oluşturursun..
Biz İstanbul Enternasyonal Tenis Turnuvasını da manşetten verirdik.. Bir yazı maçları anlatırdı. Bir yazı eleştiriler yapardı, bir yazı Korttan ilginç notlar getirirdi. Asgari üç yazı ile bir sayfanın dörtte üçü Tenis olurdu..
Biz Konkurhipikleri, biz Eskrimi, biz aklınıza gelen her sporu, eğer Türkiye Şampiyonası, eğer, uluslar arası yarışma ise manşetten verirdik.. Ama en azından yarım gazete sayfası yazı yazarak..
Müthiş bir güzel yazma yarışı vardı aramızda..
Kurthan Hoca (Fişek) olağanüstü güzel yazardı. Güneş (Tecelli) anlatırken güldürürdü. Öcal Ağabeyim en teknik yazıları kaleme alırdı.. Ahmet (Taner Kışlalı) spor yazısında, zaman zaman M. Ali Ağabeyi kızdıracak kadar edebiyat yapardı..
Her sporu tüm kuralları ile bilmek zorundaydık. M. Ali Ağabey şart koşmuştu. Herkes bildiği dile göre mutlak bir yabancı gazete okumalı ve spor yazısı nasıl yazılır, başlık nasıl atılır diye bir günlük ders gibi o gazeteyi özümlemeliydi.
Ben Amerikan ve İngiliz gazetelerini okurdum.. Kurthan ve Güneş'le.. Oktay (Kurtböke), Ahmet ve Yaşar (Güngör) dünyanın en büyük, en güzel, en imrendiğim spor gazetesi L'Equipe'i okurlardı. İtalyanca bilen pek yoktu ama, nasıl sayfa yapıyor, nasıl ilginç başlık atıyorlar diye (İtalyanlar bu konuda rakipsizdi o zaman) Corriera della Sport alırdık, ayrıca.. Servis olarak hergün enaz bir saatimiz bu gazetelerin başında geçerdi. Birbirimize okurduk "Vay be ne başlık atmış.. Vay be nasıl yazmış" diye..
Sporu spor gibi izleyip, spor gibi yazınca, güzel yazınca, doyurucu yazınca, çim hokeyini bile okur benim insanım, hayatında hiç görmemiş olsa bile.. Çünkü spor bu.. Dalın adı ne olursa olsun, hepsinin içinde bir zafer öyküsü, bir dram, bir güldürü, ya da bir trajedi mutlak vardır. Sen onları bul, güzel güzel yaz bak bakalım okunuyor mu, okunmuyor mu?..
"Günün birinde Fransa Turunu manşetten veren bir gazete gene çıkacak bu ülkede.." dedim.. Sabah Spor Müdürü İbrahim Seten'le oturuyoruz. Foto Maç Genel Yayın Müdürü Altan Tanrıkulu da orda.. Gençlerle sohbet hoşuma gidiyor. Vakit buldukça gidiyorum spor servisine..
Adam testis kanseri.. Hani "Amansız" dedikleri.. Hani adama "Sen kansersin" demekle, "Sen öldün" demenin ülkemizde ayni anlama geldiği hastalık.. Ameliyat olmuş.. Kemoterapi, radyo terapi.. Tam "Geçti" diye sevinirken, beyne atladığı görülmüş. Tümör beyinde.. Hem kanser, hem çıktığı yerde kalmıyor yayılıyor. Hem de beyne yayılıyor...
"Bitti bu defa" değil mi?..
"Bitti" derseniz biter tabii.. "Hayır bitmedi" diyor adam.. "Bende bu moral varken bitmez.. Yenilmeyeceğim.."
Yenilmiyor.. Hem de nasıl yenilmiyor?.. Dünyanın en zor yarışlarından biri, hatta birincisi Fransa Turunu kazanıyor.. 22 günde 22 etapla Fransa'yı dolaşan, sabah 30 derece güneşten, öğleden sonra nerdeyse sıfır derece dağlara tırmanarak, yağmur, fırtına demeden pedal basarak.. Bir teknik, bir taktik, bir klas, bir yetenek, hepsinden önemlisi bir dayanıklılık yarışması bu.. Hem fizik olarak dayanacaksınız, hem moral.. Pes etmeden.. Sonuna dek.. Fransa Turu'nun benzeri yok, ne bisiklette, ne başka sporda..
Lance Armstrong, testis ve beyin kanseri ameliyatlısı bu koca Teksaslı, Fransa Turunu kazanıyor.. Bu bir efsane.. Bir destan.. Bu sporun değil, insanın, insanlığın zaferi.. Bu bir mesaj, tüm kulaklara..
"Yenilmem dediğin müddetçe seni kimse yenemez.. Kanser dahil.."
Lance Fransa turunu kazanıyor.. Onun verdiği moralle "Demek oluyormuş" diyen binlerce kanserli de, yaşam savaşını..
Ertesi yıl.. Gene Fransa Turu.. Gene Lance Armstrong.. Üst üste ikinci zafer..
Onun durumundakilerin çoğu "İki yıl yaşar mıyım" diye kendi kendilerini ölüme mahkum ederken Lance bu iki yıla iki Fransa Turu sığdırıyor..
Bu yazılmaz mı?.. Yazılsa, günlerce, sayfalar dolusu yazılsa okunmaz mı?..
Ve üçüncü yıl.. İlk etaplarda, bazan 8 saniyenin sekiz etapta kapatılamadığı Fransa Turu'nun ilk yedi etabında tam 35 dakika geriye düşüyor Lance.. Onu ve turu yıllardan beri çok iyi izleyen ben dahil pek çok kişi şüpheye düşüyor.. "Efsane bitiyor galiba" diye..
Erken panik bizdeki.. Daha Alp, daha Pirene, daha dağ etapları başlamamış. İş yokuş yukarı pedal basmaya gelince, Lance'in üstüne yok ki, dünyada..
Koca Teksaslı, düzde kendisine 35 dakika fark atanlarla arayı kapamakla kalmıyor, bu defa o 35 dakika fark atıyor.. Düzde önde gidenler, yokuşta kalıyorlar.. Lance'i izleyebilen tek bisikletçi, 1997 Şampiyonu Alman Ullrich.. Jan Ullrich..
Artık dünya bisiklet medyası karar veriyor ki, yarış Ullrich ile Lance arasında bitecek..
Ve sahneye bakın..
Turun en zorlu dağ etabı Foix diye bilinen ünlü kayak köyünde başlayacak, Saint Lary Suez zirvesinde bitecek, 194 kilometre.. Bu etap, Teksaslının sarı mayoyu ele geçirmesi ve tur sonuna kadar koruyacak farkı yakalaması için son şansı olabilir..
Ullrich önde, hemen arkasında Lance pedal basıyorlar.. Dik bir iniş.. Ullrich rakibinin tırmanıştaki gücünü bildiğinden inişte koparmak istiyor ve pedala yükleniyor.. Öyle yükleniyor ki, saatte 80 kilometre hızla inerken, keskin bir virajda toparlayamıyor ve yolun kenarındaki dağ yamacına hızla uçuyor.. Büyük bisikletçi.. Düşmeyi de biliyor, bu yüzden sakatlanmıyor.. Kalkıyor, kendini toparlıyor, bisikletini yükleniyor, yamaca tırmanıyor ve tekrar yola geliyor.. Geliyor ama, iş işten geçmiş, Lance Armstrong gözden kaybolmuş olmalı..
Hayır öyle değil.. Yarışta Lance Armstrong yok.. Şövalye dö Pardayyan var.. Lance rakibi düşmüşken gitmeyi, bundan yararlanmayı kendine yediremiyor.. Bekliyor.. Ullrich pedal basarak yanına gelene kadar bekliyor..
Böyle şey var mı?..
Var ya..
Spor bu.. Böyle kazanırsan asıl zafer olur.. Böyle kazanırsan, asıl şampiyon olursun.. Sportmen olursun, adam olursun..
Ve bu Lance'in bu turdaki ilk bekleyişi değil.. Aranın 35 dakika açılmasına sebeb olanlar arasında bir ilk etaplar beklemesi var. Birbiri ile çarpışarak düşen ve hafif sakatlık geçirdikleri için ayaküstü tedavileri gereken iki takım arkadaşını da beklerken çok kıymetli dakikalar kaybetmiş, ertesi gün dünya otoriteleri tartışmıştı.. "Lance beklemeli miydi, yoksa gitmeli miydi" diye..
Bu tartışma Lance'in lügatında yoktu.. Onun lügatında takım arkadaşını terkedip gitmek yoktu. Onun lügatında rakibin düşmesinden yararlanmanın da olmadığı gibi..
Bu ne biçim bir insan, bu ne biçim bir sporcuydu, Tanrım!..
Bu nasıl bir ahlak, bu nasıl bir moral, bu nasıl bir güvendi?..
Şaşmadım.. Kanseri iki kez yenen adamın başka türlü olması mümkün müydü zaten..
Düştüğü zaman beklediği Ullrich'i daha sonra 5 dakika 13 saniye geçip, finişe girerken izledim.. Yüzündeki ifade, deniz kenarında bir tur atıp gelen delikanlıdan farksızdı.. Altı saattir daha tırmanan, 15 gündenberi hergün pedal basan o değildi sanki..
Bu adam mı mucizeydi, yoksa Fransa Turu bizim sandığımız kadar zor değil miydi?..
Ünlü Fransız Bisikletçisi Jalabert "Amerikalı turu kolay gösteriyor" dedi, televizyonda.. Kamerayı ona uzattılar, "Jalabert böyle diyor" diye..
"Kolay değil" dedi.. "Bu tür pek çok yorum duyuyorum.. 'Bu adam turu kolay gösteriyor' da 'Yüzünde güç harcadığı, acı çektiğini gösteren ifade yok' diyorlar.. Yanılıyorlar.. Onlar ocak ayında Teksas'taki çiftliğime gelip orada yüzüme baksınlar. Bir köpek gibi acı çekiyorum.. O zaman yüzüme baksanız benden korkarsınız. O kadar korkunç görünüyorum. Ben o acıyı orada hissetmek, o yüz ifadesini orada taşımayı tercih ediyorum, burada turda kendimi çok iyi hissetmek için. Bunun adına Fedakarlık derler.."
Onun adına da Şampiyon, onun adına da "Adam" derler..
Ya da kısaca..
Sporcu!..
Goran İvaniseviç'in Wimbledon maçı ve sonrasını anlatan yazım, bu gazetenin tarihindeki belki de en uzun tek yazıydı.. Bilgisayara toplam 8341 vuruş yapmıştım. Bu gazetenin spor sayfasında en dolgun haber 200 vuruşla bağlanırken.. Aslında bir denemeydi.. Tepkiyi çok merak ediyordum. Tahmin ettiğim halde, aslında, gene de merak ediyordum. Bu kadar uzun yazıları 44 yıl önce okutuyorduk, ama köprülerin altından çok sular akmıştı.. Bugünün okuru, beyin yıkarcasına üç büyük kulübün futboluna kitlenmiş, sayfanın yarısını kaplayan kocaman başlıklar ve devasa (Ama anlamsız) fotoğrafların arasında, bırakın güzel yazıyı, haberin unsurlarının tamamını dahi taşımayan minnacık, çoğu palavra dedikoduların üç, bilemedin dört cümle ile özetlenmesine alışmıştı. Bir gazete sayfasının nerdeyse dörtte üçü çapında silme, hem de tenis yazısını okuyacak mıydı?..
Fakslar, e-mailler, telefonlar yağdı.. Sokakta yolum çevrildi.. Hem de nasıl okunmuştu, ben bile inanamadım..
Haşmet dostum haklı.. Biz gazeteciler kör değneğini beller gibi, kendi çağ dışı gündemimiz içinde görev yaptığımızı sanırken, özellikle gençler kendi gündemlerini oluşturuyorlar..
Onlar güzel şeyleri hakkettiklerini biliyor, güzel şeyler istiyorlar.. İyi araştırılmış, iyi öğrenilmiş, iyi yorumlanmış güzel yazılar istiyorlar.. Okurken tad almak, okurken, doymak, başkalarına anlatacak kadar güzel, meraklı şeyleri başları dönerek okumak istiyorlar..
Spor sayfalarının ucuzladığı, kolaylaştığı, mazur görsünler magandalaştığı, holiganlaştığı dönemlerde yetişen genç müdürlerin bu gençliği iyi tanıması, onun isteklerini gereksinimlerini iyi anlamaları gerek..
İşte o zaman, turun beş ayrı yönünü anlatan ortalama beş ayrı yazı ile Fransa Turu hergün manşetten verilerek anlatılır, işte o zaman, gerçek spor sayfaları yayınlanır olur, işte o zaman, gazete okumak zevk haline geleceği için, yanında çanak çömlek vermeye de gerek kalmaz..
O zaman ne kadar yakın.. Bilmem.. Ben görür müyüm?.. O kadar umutlu değilim.. Kolaya alışan, çala kalem sayfa dolduranların cesaretlenmeleri, bu yeni anlayışa göre kadrolar yetiştirmeleri ve oluşturmaları vakit alacaktır.
Ama şundan eminim..
Birisi birgün kovulmayı göze alıp "Ben spor sayfası yapacağım" diye ortaya çıkacak..
Bir gün, bir yürekli, bir idealist, bir gerçek sporcu müdürün ortaya çıkmasına Genel Yayın Müdürleri ve patronlar izin verecekler..
Bir gün bizim de "Spor" sayfalarımız, "Spor" gazetelerimiz olacak, göreceksiniz..