Kime, kime teşekkür etmeli?..
Teşekkür edilmesi, hatta elleri öpülmesi gerekenler, teşekkür etmiyorlar mı, garip bir ruh haline düşüyorum..
Şaşırıyorum.. Utanıyorum.. Hatta kızıyorum..
Tevfik Gelenbe'nin mektubunu okurken de öyle oldum aynen..
Bunlar, bu ülkenin artık bir avuç kalan tiyatro gönüllüleri.. Bir avuç kalan perdeyi hala ve herşeye rağmen açık tutanları..
Biz onlara hem de nasıl medyun-u şükran olmalıyken, mektup yazıp teşekkür ediyorlar..
Niye?.. Kışın iki satır tiyatro yazmışız..
Türk medyasının kültüre ve sanata tavrı ne hallere düşmüş ki, iki satır için 70 yaşındaki yarım asırlık bir tiyatrocu mektup yazıp size teşekkür ediyor..
Gelenbe için düzenlenen gala, Levent Kırca'nın çadırındaydı. Tiyatro dilinde "Galeri" denen ucuz yerler, hem de nasıl doluydu.. Benim orta sınıf insanım, kriz, mriz dememiş, çağrımıza koşmuştu.. Ama parter, pahalı yerlerin dörtte üçü boştu.. Buralarda oturması gerekenlerin hemen hiçbiri yoktu. Kremin de kremi, o üst sınıf var ya hani.. Her tiyatro galasında (Bedava tabii) görünürler, paparazzilere poz verirler hani.. Onların hiçbiri yoktu.. Medyanın anlı şanlı yazarlarının hiçbiri yoktu..
Gittim.. Beni ön sıraya oturtmak istediler. Kabul etmedim. O gece Gelenbe'nin ve sanatçı dostlarınındı.. O gece hiç değilse, ön sıralar sanatçıların olmalıydı. Arkalarda bir yere oturdum.. Birkaç kez geldiler "Önde yer ayırmıştık" diye.. Kabul etmedim..
Önce Gazanfer Özcan çıktı sahneye.. Benden söz etti.. Sonra Gelenbe'nin kendisi aldı sazı eline.. Başladı, Hıncal'ın tiyatro sevgisini anlatmaya.. Bağırmak istedim.. "Gelenbe, Gelenbe.. Bu gece benim değil, senin gecen" diye.. O bağırma bile şov olur diye çekindim. Sustum.. İyice ufaldım yerimde.. Utandım.. Bütün bunların hepsi, iki satır yazı için..
Gazetelerde, haber, yorum konusu olmayı öyle unutmuş ki benim tiyatrom, iki satır yazıya, gözyaşları döktüren vefa duyguları ifade ediyor..
Sanatçılar birbiri ardına sahne almaya başladılar.. Deniz Seki söylüyordu.. Birden ortalık aydınlandı. Bir medya magandası, projektör gibi yanmış kamera ışıklarının yaldızları arasında, Fatih İstanbul'a girer gibi tiyatroya girdi.. Ne sahne kaldı, ne şov.. Ne de sanatçıya saygı.. İyice utandım mesleğimden.. Kalktım ve sessizce çadırı terkettim..
***
"Ben yalnız tiyatroyu sevdim" diyor Gelenbe mektubunda.. "Gün geldi Anadolu yollarında apandisitim patladı patlayacak, doktorlar 'Patlarsa ölürsün' diyorlar, buz keselerini belime bağlayıp 40 ateşle oynadım. Gün geldi, zehirlendim, bir günde yedi kilo verdim. O gece gene sahnedeydim. 1994 yılında kanser ameliyatı oldum. Doktorlar altı ay kesin istirahat verdiler. Ben 45 gün sonra, verilmiş sözüm olduğu için turnedeydim. Bu yıl Melenom denen, tüm doktorlara 'Eyvah' dedirten bela kanser türüne yakalandım.. Ameliyat oldum. Üç gün sonra perdeyi gene açtım.."
Düşünebiliyor musunuz, bunları yapan bir kahraman, bana teşekkür ediyor..
Rahmetli Haldun Taner'in, Gelenbe Tiyatrosu'nun Onuncu Yıl Dergisine yazdığı bir yazıdan alıntı göndermiş Gelenbe bana..
"Tiyatrocu, bir halterci kadar güçlü, bir eskrimci kadar estetik, bir sprinter kadar hızlı ve bir maratoncu kadar dayanıklı olmalıdır" demiş, Haldun Usta..
Gelenbe bir ekleme yapıyor..
"Ferhat'a dağlar deldiren kocaman bir aşk da gerekir.. Özveri işidir Tiyatro.. Bir dervişçe gönül ister. Bir lokma, bir hırka, pir aşkına dönüp durursunuz yaşam boyu.. Ama mutludur Tiyatro adamı, hem de çok mutludur. Onu her zaman yakındığı tiyatro ortamından üç gün uzaklaştırın, sebebini kendisinin de anlayamadığı bir mutsuzluk girdabında boğulur.."
..Ve de sanatçı dostları ile birlikte kutladığı gece için duyguları ile bitiriyor, yazılarını..
"Yaşım 70.. Kaç yıl yaşarım, kaç yıl tiyatro yaparım bilmiyorum. Ama o gece yaşadıklarım ve algıladıklarımla (Sizi de kızdıranlar hariç) bu dünyadan göçerken, dudaklarımda tebessümle ayrılacağıma eminim.."
Tiyatroya adanmış bir hayata karşılık, minnacık, ama gerçekten minnacık bir vefa gösterisi "Artık giderken gözüm arkada kalmaz" dedirtiyorsa, bir sanatçıya, medya olarak utanmamız mı, yoksa oturup hüngür hüngür ağlamamız mı gerek, bilmiyorum ve ben, ikisini de yapıyorum!..
Tecelli'den Abuzittine mektuplar
Abuzittinciğim
Meclisin son çalışma günü, yani meclis koridorlarını lağım farelerinin basmasından bir veya iki gün önce, parlementodan jet hızıyla kanun geçti.
Kanun meslek liselilerle ilgiliydi.
Meslek liseliler, bu memleketin üvey evlatları olduğundan, insanlarımızın ve de medyamızın ilgisini çekmezler.
Şimdi gelelim yeni kanuna.. Bununla, meslek lisesini bitiren gençlere, sınavsız, iki yıllık yüksekokullara girme olanağı sağlanıyor. Güzel! Ama diyelim ki çocuk iki yıllığı da bitirdi, lisans yapacak, mühendis olacak.
"Yoo arkadaş!.. o zaman yeniden ÖSYM ye girecen, kazanırsan ne ala, iki yıl daha okuyup diplomanı alırsın!"
Bu olacak iş mi Abuzittinciğim?
Artık iyice eminim, bu memlekette eğitimi iyice laçkalaştırmak isteyenler var. YÖK'ün başındaki zat da, Milli Eğitim Bakanı da, O nun müsteşarı da, bilerek veya bilmeyerek bu adamlara alet oluyorlar.
Şimdi diyelim ki senin çocuk bilgisayarcı olacak bilgisayarla ilgili meslek lisesini bitirdi. Lisans yapmak istiyor. Biliyorsun bilgisayarcılar beş yıl lise okuyorlar. Normal lise üç yıl. Lafı uzatmayayım bu çocuğun tek şansı sınavsız iki yıllık yüksek okula gitmek. Bunu da bitirirse ve hala da mühendis olmakta ısrarlıysa, iki yıl aradan sonra haydaa bi ÖSYM!
Yav kardeşim bu adam zaten temelden bilgisayarcı geliyor.. Beş yıl okumuş.. Sok ÖSYM'ye.. Ama artı puanını da ver!
Çünkü mesleğini seçmiş ve mesleğiyle ilgili üniversite yapmak istiyor. Sınavı kazanırsa yoluna devam etsin. Neden önce iki yıllık, sonra bi sınav daha. Yok efendim dikey geçişti, yatay geçişti bi takım, rahmetli Öztürk Serengil'in deyimiyle "abidik-gubidik" işler..
Zaten ayrıca dünyanın hangi aklıbaşında ülkesinde bizdeki gibi bi ÖSYM uygulaması var?. Bu sistemler 1950 lerde 1960 larda kalmış. Biz çağ dışıyız..
Birkaç ay oluyor. Kırıkkale'deki yüksek okulda bi yöneticiyle konuşuyorum:
"Yüksek okullarda yeterli araç gereç olmadığı söyleniyor. Mesela, lisede beş yıl bilgisayar okumuş bi öğrenciye nasıl bi eğitim veriyorsunuz?"
"Veremiyoruz.. Öncelikle, dediğiniz gibi yeterli araç gereç yok.. Sonra yeterince eğitilmiş öğretim görevlisi de yok!" "Peki N'oluyor?"
"Çocuklar iki sene böyle gidip geliyorlar!" İşte durum bu Abuzittinciğim¥
Yukardakiler uyuyorlar.. Bile bile uyuyorlar bizleri de uyutuyorlar. Yeni kanun da bu uyutmaca.. İnşallah Çankaya işin farkına varır da, bi kere daha tartışılsın diye, meclise geri gönderir. Şu İMF'cileri de hiç sevmiyorum ama, bi yolunu bulup YÖK'ü de hizaya soksalar hayırlı iş yapmış olurlar gibime geliyor!
Ne diyelim.. Denize düşen İMF'ye sarılır!
Münasip yerlerinden öperim.
Kardeşin Güneş
Haberler 45 dakika!..
Sina Koloğlu, Milliyet'te fevkalade haklı ve hayırlı bir savaş veriyor..
Ana haber bültenlerinin 45 dakikaya indirilmesini istiyor.. Spor, Borsa, Hava Raporu dahil, hepsi 45 dakika.. Yerden göğe haklı.. 45 dakika çok uzun zaman.. Bu kadar zamana sığmayacak haber yok.. Tabii artık, çoğu ana haber sunucularının kişisel şovları ve mastürbasyonlarına dönen canlı sohbetleri çıkarırsak.. Dan.. Dun.. Çan.. Çun.. gürültüleri arasında, ekranı kaplayan yazılar ve 20 saniyelik görüntülerin tekrar tekrar 20 dakikaya uzatılmasından vazgeçersek, yani cambazlık, şovmenlik, göz boyacılık değil, habercilik yaparsak..
Haberler, hepsi dahil 45 dakikaya inerse, televizyonların en kıymetli zamanı, "Prime-Time" kurtulacak. İnsanlar bu saatte, program seyretme şansına sahip olacaklar.. (Program diye ne seyredecekler, o da tartışılır ya..)
Prime-time televizyonların can damarı, yaşam kaynağı.. Bu saatte reklamlar en bol ve en pahalı.. Televizyonlar bu en değerli saatı içine reklam alınması yasak haberlerle resmen ziyan ediyorlar, düşünebiliyor musunuz?.. Amerika'da uzun zaman kaldım.. Akşam ana haberleri, çoğu kanalda 18.00'de başlar.. 19.00'dan itibaren de prime-time programları yayına girer.. Bizde, doğru dürüst bir kanalda, prime-time'ın başlangıcı, 21.30'a kadar sarkıyor.. O zaman da prime-time olmaktan çıkıyor.. Bunu hangi televizyonun patronu daha önce fark edecek, çok merak ediyorum!..
'Tuhaf aşıklar!..'
Şimdi bir televizyon filmi senaryosu yazsam.. Özetle şöyle.. Evli kadın, hergün evine gelen evli hizmetçi kadına tutuluyor.. Kocalarından gizli bir aşk yaşamaya başlıyorlar. Sonra eşlerini boşayıp, aşklarını özgürce sürdürmeye karar veriyorlar. Ev sahibi kadın eşini boşuyor, ama hizmetçinin boşanmasına gerek kalmıyor.. Çünkü hizmetçinin kocası da bir şekilde tanıştığı karısının patronu ile aşk yaşamaya başlıyor. Yani ev sahibi kadın hem hizmetçisi, hem de eşi ile, aşna fişne.. Koca, karısı ve metresinin de birbirleri ile seviştiklerini öğrenince herşeyi kabulleniyor.. Üçlü birlikte yaşamaya başlıyorlar.. Herşey yolunda giderken, bizim esas kadın, bu defa da, hizmetçisinin genç kardeşi ile tanışıp onu baştan çıkarıyor.. Genç kardeşe öyle tutuluyor ki, aşıkları karı kocayı hayatından çıkarmaya karar veriyor.. "Beni artık aramayın" deyince, terkedilen karı koca fena halde kızıyor. Ortak aşklarını tehdit ediyor ve şantaj yapmaya başlıyorlar.. Böylece bu karmaşık aşk ve seks öyküsü, "fena halde polisiye oluyor.."
Bu filmi atv'de yayınlasak mesela, RTÜK hemen toplanır ve yasanın bilmem kaçıncı maddesi gereğince, Türk Örf ve Adetlerine uymayan bir film yayınladığı için ekranı bilmem kaç gece kapatma cezası verirdi.. Kimsenin de sesi sedası çıkmazdı, değil mi?..
Oysa anlattığım olaylar senaryo falan değil. Gerçek. Türkiye'de, İzmir'de yaşanmış.. Dava İzmir'de devam ediyor!..
SEVDİĞİM LAFLAR
Biri öteki kadar zengin olunca, kardeşler birbirlerini severler.
TEBESSÜM
Fıkra Atilla Çelik'den..
Temel'le oğlu bir iş için, hiç görmedikleri İstanbul'a giderler. Küçük köylerinden sonra gördükleri herşeye şaşırır ve hayretler içinde kalırlar. Taksim'de gezerlerken bir otelin içine girerler, bir bakarlar ki demirden duvarlar ve bu duvarlar otomatik olarak açılıp kapanabiliyor.
İkisi de büyük bir şaşkınlıkla izlerken,150 kiloluk bir kadın açılan duvarlardan küçük bir odanın içine girer. Duvarlar yine kapanır, az sonra yine açılır ve dışarıya 24 yaşlarında çok güzel ve seksi, sarışın bir kadın çıkar.
Temel gözünü bu kadından ayırmadan oğluna seslenir:
-Git ananı hemen buraya getir.
BİZİM DUVAR
Sayın Öksüz "bu ülkenin düzelmesi için savaş gerek" buyurmuş. Ne diyelim, KAZAnız mübarek olsun bakanım.
Hakan&Utku
|