Piri Reis'in kafasını kim kesti?
Kendi halkına geçmişi yalanlar silsilesi olarak anlatan bir devlet ve bunu sorgulamayan bir toplum, son günlerin moda şarkısında söylendiği gibi "bin dereden su getirilse de arınamaz."
Bizler, Piri Reis'i "yaptığı dünya haritaları ve yazdığı denizcilik kitabı" ile tanırız. Piri Reis, bugün bile onu hatırlamamıza neden olan ilk dünya haritasını 1513 yılında 43 yaşındayken çizer. O tarihe kadar denizciliği öğrendiği amcası Kemal Reis ile Akdeniz'in batı kıyılarında bir süre korsanlık yapmış, daha sonra 1500 ila 1502 yılları arasındaki Venedik Savaşı'na savaş gemisi kaptanı olarak katılmış ve büyük başarı göstermiştir.
Amcası ünlü denizci Kemal Reis ölünce bir süre için Gelibolu'ya çekilir. Korsanlık yıllarında ele geçirdiği Kristof Kolomb'un haritasından da yararlanarak ilk dünya haritasını çizer ve bunu 1517 yılında Yavuz Sultan Selim'e sunar. Ne yazık ki, şimdi elimizde o haritanın sadece bir bölümü var.
Piri Reis 1528 yılında ikinci bir dünya haritası daha çizer. Ondan da günümüze ancak bir parça ulaşmıştır. Bu parça, Atlas Okyanusu'nun kuzeyi ile Kuzey ve Orta Amerika'nın o dönemde yeni keşfedilmiş kıyılarını ve Grönland'dan Florida'ya kadar uzanan kıyı şeridini gösterir. İlkinden daha büyük ölçekli olan bu ikinci harita, döneminin teknik bakımından en ileri düzeyini yansıtır.
Üstelik harita günümüzün bilgilerine çok yakın bir doğrulukta çizilmiştir.
Piri Reis, yaşam öyküsünü ve Akdeniz'in kıyılarıyla adalarını anlatan ve başyapıtı sayılan kitabı 1521 yılında yazmış ve 1525'de Kanuni Sultan Süleyman'a sunmuştur.
Biz asarız efendim...
Haritaları ve kitabı ile tanınan bu olağanüstü Osmanlı denizcisinin "kellesinin koparıldığı" ise çok da yüksek sesle söylenmez.
Halbuki bu toprakların yetiştirdiği bu önemli denizcinin Kanuni tarafından gönderilen ferman üzerine Kahire'de kellesi uçurulmuştur. Dünya haritasını büyük bir isabetle çizebilen, yazdığı kitap beş asırdır unutulmayan bu yaratıcı denizcinin Mısır'da uçurulan kellesi şimdi Unkapanı'ndaki Manifaturacılar Çarşısı'nın yakınında, tarihin karanlıklarında unutulmuş bir biçimde mezarında durmakta.
Tarihçiler Piri Reis'in başarılarını çekemeyen Basra Beylerbeyi Kubat Paşa'nın kurbanı olduğunu yazarlar. Piri Reis'in son görevi Kızıldeniz ve Hint Suları amiralliğidir. 1552 yılında önemli bir Portekiz üssü olan Muskat'ı ele geçirir ve Hürmüz Kalesi'ni kuşatır. Portekiz tehlikesine karşı donanmanın bir bölümünü Basra'da bırakır. Kuzeye yönelir ve Bahreyn adalarını alır. Ama donanmayı Basra'da bırakmakla suçlanır ve kellesini kurtaramaz.
Biz, Piri Reis gibi birisini yetiştiren ama onun kafasını kesmekten de çekinmeyen bir coğrafyanın çocuklarıyız. Ama ne ki, bizde tarih anlayışı birinci kısma vurgu yaparken, ikinci kısmı ya söylemez ya da kısık sesle mırıldanır.
Yalanlar tarihi
Piri Reis ile ilgili gerçeklerin bize "örtülü" bir biçimde anlatılması ile Ahmet Altan'ın "İsyan Günlerinde Aşk" romanıyla yeniden tartışma gündemine gelen "31 Mart İsyanı"nı bilme şeklimiz arasında pek fark yok. En önemli noktalar ya satır aralarında ya da dipnotlarda kayboluyor. Ya da hiç ortalarda görünmüyor.
Aktüel Dergisi'nde konuyla ilgili olarak Mete Tuncay'la konuşan Necdet Aşan, Milli Eğitim Bakanlığı'nın yedinci sınıfta okutulan Sosyal Bilgiler kitabında "31 Mart Vakası"nı nasıl anlattığını da sergiliyordu.
"... İttihat ve Terakki Cemiyeti mecliste büyük çoğunluk sağladı. Devlet yönetiminde söz sahibi oldu. Çok geçmeden meşrutiyet yönetimine karşı olanlar İstanbul'da bir ayaklanma çıkardılar. Bu ayaklanmanın çıkmasında halkın dini inançlarının istismar edilmesi etkili oldu."
Çocuklara belletilen "resmi tarihe" göre, daha sonra "devrimci ordu" geliyor ve duruma hakim oluyor.
Halbuki Mete Tuncay "31 Mart Ayaklanması avcı taburlarının, askerlerin içinden çıkan bir hareket. Asker derken er manasında. Onbaşılar, çavuşlar arasında subay, özellikle de mektepli subay düşmanlığı var" demekte.
Gene aynı şekilde, ulemanın bu isyana karşı çıktığı da bir vakıa iken, bunları da pas geçmekteyiz. Mete Tuncay, 31 Mart'tan başlayıp 28 Şubat'a uzanan bu anlayışı şöyle yorumluyor:
"Mürteciler öyküsü. Modernleşme öykümüzde başından beri din, özellikle de İslamiyet 'mani-i terakkidir' gibi bir anlayış var. Modernleşme ancak İslam engeli aşılırsa mümkünmüş gibi görünüyor. Evliya kabirlerini ziyaret edip mum dikmek, çaput bağlamak gibi putperest uygulamalara indirgenmiş o zamanki pratik bu anlayışı haklı da kılabilir. Ama bugün İslamcılar çok başka bir yerde. Biz onlarla birlikte yaşamak zorundayız. Onları asker kuvvetiyle bastırarak olur mu? Olur. Ama onun adı da demokrasi, çağdaşlık falan olmaz."
Galiplerin oyuncağı
ODTÜ Tarih Bölümü Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Aykut Kansu da, Neşe Düzel'e "31 Mart Vakası"nın "bazı çapulcuların, aşırı dincilerin, mollaların, mürtecilerin ayaklanması" olmadığını, 1908'deki liberalleşme eğilimlerini hedefleyen "daha ciddi ve yukarıdan planlanmış bir senaryo" olduğunu belirtiyor.
Kansu gerçekleri saptıran "resmi tarih" anlayışının, tarihçilerin kendilerini "devletin bakış açısını destekleyici uzmanlar olarak görmelerinden" kaynaklandığını belirtiyor. Yakın tarihimizle ilgili "tüm gerçekleri" yazacak olan bir tarihçinin de başına her türlü felâketin gelebileceğini söylemekten de kaçınmıyor.
Yazılanlar hep "galiplerin" tarihi, bir çeşit propagandası. Oysa, Cumhuriyet Dönemi de dahil, bize inanılmaz yalanların söylendiğini hep biliyoruz.
Bunların yerli yerine oturması için bir "dipnotlar tarihi" yazmak gerekiyor ki, kimse "biz zaten biliyorduk" demesin. Çünkü önemli olan, tarihin okullarda nasıl okutulduğu. Tarihin kendini yeniden ve yeniden nasıl ürettiği.
Şimdi belki "31 Mart Vakası" yalanlarının ortaya çıkması buna vesile olur. Piri Reis'i haritalarıyla anarken, Kanuni tarafından kellesinin alındığını da aynı tonda söyleriz.
Kendi halkına geçmişi yalanlar silsilesi olarak anlatan bir devlet ve bunu sorgulamayan bir toplum, son günlerin moda şarkısında söylendiği gibi "bin dereden su getirilse de arınamaz."
Yalan bütün hayatı kaplar.
Ve "yalandan" yaşayan bir toplum olur çıkarız.
|