  
Monaco Başbakanı'nın verdiği ders..
Dün yazının ilk kısmında Monaco Prensi Rainier'nin doğum günü için verilen resepsiyondaki bazı konuşmaları aktarmış; Ermeni Soykırımı Tasarısı'nın Fransa'da kabulü öncesinde basın olarak "haber çılgınlığı" çerçevesinde yaptığımız büyük hatadan ve dünya modasının en ünlü isimlerinden biri olan Rıfat Özbek'e karşı takındığımız saygısız tutumdan söz etmiştim.
Önce hangi gazetede çıktı bu haber ben hatırlamıyorum, hafızanızı zorlasanız bile sizin hatırlayacağınızı da sanmıyorum. Ama o gazete "İlk ben yazdım" demek için hiç düşünmeden yazdı "AIDS tedavisi gördüğü" iddiasını..
Rıfat Özbek, Tarkan gibi büyük sanatçılar bir ülkenin adını duyuran, övünülecek, korunacak sıradışı sanatçılardır. Taklit edilen, öncü olan.. Yabancı basın böyle üstün sanatçılarıyla ilgili verdiği haberlerde yıpratıcı tutum takınmaz, aksine ilgiyi, sevgiyi arttıracak haberler verir.
Sıra başarılı isimlerimize gelince birdenbire şeffaflığın öneminin farkına varıyoruz nedense.. Sanki kamuya ait bir isim olmak tüm özel yaşamın, tüm sırların, olumlu olumsuz tüm gerçeklerin gözler önüne serilmesini gerektiriyormuş gibi didikliyor, tırmalıyor, paralıyor, yıpratıyoruz. Bu Türkler'de giderek milli karakter yapısının bir parçası, bir kötü özellik haline geliyor.
Ünlü bir sanatçımız dünyanın en iyi müzisyenlerinin takdir ettiği bir senfoni yazıp, ayakta mı alkışlanmış, sanki her gün senfoni yazabilen sanatçılar çıkarıyormuşuz gibi önce biz saldırıyoruz; "Taklit.. Çalma eser!."
Tarkan Avrupa ülkelerinde ve Amerika'da listelere girip adını mı duyurmuş, ülkesine adım atar atmaz onu didiklemeye başlıyoruz. Bir milletvekili bile sanki işi buymuş, böyle konuşmalar yapsın diye seçilip Meclis'e gönderilmiş gibi Tarkan'ın özel yaşamı konusunda TV açıklamaları yapabiliyor. Büyük bir sanatçıya kendince yakıştırmalar dizip zor duruma sokabiliyor.
Ne Özbek dinleriz, ne Tarkan
Uzun lâfın kısası biz başarıyı hazmedemiyoruz. Bu göz karartıcı komplekslerimiz, adam yeme merakımız varken ne Rıfat Özbek dinleriz, ne Tarkan.. Ne kişilik hakkı dinleriz, ne sanata saygı..
Şimdi hakkında yazılanlar Özbek'in işini, uluslararası konumunu etkilerse mutlu mu olacağız acaba?
Gelelim yazının sonuna.. Çırağan Sarayı'ndaki resepsiyondan sonra, aralarında Rahmi Koç'un da bulunduğu 12 kişilik bir gruba verilen yemekte Monaco Başbakanı Patrick Leclercq'in yanında oturuyordum. Onun Yunanistan-Türkiye ilişkilerinden, Türkiye'nin AB'ye girmek için demokrasi konusundaki en önemli eksiklerine, siyasi sorunlarına kadar birçok konudaki sorularını cevapladıktan sonra ben de masadan kalkmadan önce Başbakan ve eşine bir soru sordum;
"Monacolular Prenses Stephanie'nin çocuklarıyla birlikte bir sirkte, karavan içinde yaşamasına ne diyorlar?"
Biz onların yerinde olsak hemen dudaklarımızı büzer, gözlerimizi süzer ve kendi prensesimiz için cevabı yapıştırırdık:
"Tabii bir prensese yakışır davranış değil, Stephanie böyle ne yazık ki.. Biraz dengesiz.. Prens babasını da çok üzüyor."
Patrick ve Marie Alice Leclercq ise neredeyse bir ağızdan şöyle dediler;
"Ne yaparsa yapsın, Monaco halkı Prenses'i seviyor. O çok doğal ve halktan biri gibi yaşamaktan hoşlanan bir insan. Bunun için onu kimse suçlayamaz."
Nasıl, sizce de iyi bir ders değil mi?
Laikliği "ateizm"le örtüştürmek..
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in doğduğu mübarek haftada ben de dinle ilgili, uzun süredir yazmak istediğim bir konuya değinmek istiyorum.
Fazilet Partisi Türkiye'nin AB'ye girmesini destekliyor biliyorsunuz. Kısa bir süre önce FP Fikir Klübü bu konuda bir toplantı da yaptı:
"AB'ye giriş sürecinde Türkiye" konferansı.
Bu toplantıda FP Genel Başkan Yardımcısı Bahri Zengin "Türkiye'deki laiklik ateizmle örtüşüyor" şeklinde son derece yanlış ama ustaca edilmiş bir lâf ortaya attı. Ustaca çünkü bu cümleler doğru, yanlış zihinlerde yer ediyor. Özellikle de laiklik, din, demokrasi kavramları hakkında yeterli bilgiye sahip olmayan beyinlerde..
Büyükelçi Volkan Vural'ın "Laiklik olmadan demokrasi olmaz. Hiçbir Avrupa ülkesini devletle dinin birbirine karıştırılması konusunda ikna edemezsiniz" şeklindeki cevabından sonra Fazilet Partisi hâlâ AB'ye girişi destekler mi bilmiyorum ama bu anlayışın biraz tartışılmasının gerekliliğine inanıyorum.
"Türkiye'deki laiklik ateizmle örtüşüyor" diyenler Türkiye'nin laik, demokratik ilk ve tek İslâm ülkesi olduğunu kabul etmediklerini gösteriyorlar.
Onlara göre şeriat yoksa din de yok. Kestir at. "Laiklik ateizmle örtüşüyor"..
Oysa laiklik bir din değil, dinsizlik değil, her dinden insana inanç özgürlüğü tanınması.. Bu nedenle de Volkan Vural'ın dediği gibi laiklik olmadan demokrasi olmaz zaten.. Yani hem biz din” yönetim istiyoruz, hem de demokrasi olsun istiyoruz demek mümkün değil. Bir ülkede belli bir inancı, dini zorla egemen hale getiriyor ve dine bağlı kuralları uygulamaya herkesi mecbur ediyorsanız bunun adı demokrasi olamaz.
Böyle bir yönetim sonuçta o ülkenin halkını da mutlu edemez. En yakın örnek İran.. Uzun bir baskı rejiminden sonra demokratik haklara dönüş isteyen ve Hatemi'yi destekleyen İran halkını görüyoruz.
Tayyip Erdoğan ne düşünüyor?
Şimdi bir başka konu.. Fazilet Partisinden ayrılan Tayyip Erdoğan öncülüğünde bir grup, çok daha ılımlı bir çizgiye geldiklerini söyleyerek ve merkez sağ partilerden taraftar toplayarak yeni bir parti kurma hazırlığındalar.
Yeni bir "merkezin sağında" parti.. Ama çok sağında değil..
Tayyip Erdoğan ve yanındaki arkadaşları kısa süre öncesine kadar Fazilet Partisi görüşlerini, Refah Partisi döneminde de "Adil Düzen"i benimsemişlerdi ki bu "Adil Düzen" tarifi neredeyse tam bir teokratik yönetim tarifi idi.. Kendileri de bunu sık sık ifade etmekteydiler.
Ne kadar değiştiler ki merkez sağa bu kadar yaklaşabildiler?
Laiklik ve demokrasi konusundaki görüşleri nelerdir?
Türkiye'deki laiklik onlara göre de ateizmle mi örtüşüyor?
Ilımlı başlayıp gelecekte değişmeyeceklerine milleti inandırmak ve kendilerine destek verenleri de yanılgıya düşürmemek için bu soruları cevaplamaları gerekiyor.
|