  
Zülfü diye bir Dünya Aydını..
'Popüler' olan, dolayısıyla 'çok satan' kitapları, ilkece, okumam-isterseniz 'elitizm' deyin; ama, ilkem şu 'bestĞseller' deyimi itici benim için: Düz anlamıyla, 'en iyi satar' diye çevirirsek, bu iki nitelemenin yanyana bulunmasının, tarih boyunca- yalnızca edebiyat alanında da değil- nasıl bir yanlış içerdiğini, nasıl yanıltıcı olduğunu bildiğim için. Önyargı da olsa, şöyle düşünüyorum: Kendi gününde yaygın beğeni bulan- moda olan, 'popüler' olan- bir metin, ilkece, kötüdür; ve ters yanından, iyi olan- önemli olan, yolaçıcı olan-hiçbir metin, kendi gününde yaygın beğeni bulmaz, bulamaz.!"
Bu alıntı, Sevgili kardeşim Oruç Aruoba'nın Amman'daki yazısından.. Aruobalarla Uluçlar, babalardan beri aile gibiyizdir. Çelik'le omuz omuza gazetecilik yaptık uzun yıl. En son Erkekçe'de beraberdik. Rallici, serüvenci İskender küçüğümüzdü. Oruç en ufaklardan..
Oruç büyüyünce "Aydın" olmaya karar verdi. Oldu da.. Çünkü yazdıklarının yüzde 80'ini anlamıyorum. O da zaten bizim gibi sıradan insanlar anlasın diye yazmıyor.. Entelin yazdığını ancak entel okur ve anlar..
Şimdi Oruç diyor ki, "Satıyorsa kötüdür.. Kitap, şarkı, film, resim, heykel, her ne ise, satıyorsa kötüdür.."
Niye.. Satıyorsa, sıradan insan anlıyor, beğeniyor ve seviyor demektir. Oysa "Sanat" dediğin şeyi anlamak ve beğenmek hakkı, münhasıran "Entel"e aittir..
Bu girişi Zülfü Livaneli'nin son kitabı için düşündüğüm yazının başına özellikle aldım..
Zülfü, bu ülkenin en tartışılan sanatçılarından biri..
Dünya onu en önde gelen aydınlar arasında sayar.. Öyle muamele eder.. Oysa ülkemiz aydınları onu reddederler.. Niye?..
Çünkü Zülfü, Oruç'un tarifine uymaz..
Şarkı yapar, best seller..
Kitap yazar, best seller..
Film çeker, best seller..
Yahu aydından best seller olur mu?..
Konser vereceksin.. 40 bin kişilik koro senin şarkını yürekten söyleyecek, sonra sen "Aydın"ım diyeceksin.. Kitapların dilden dile çevrilecek, Yunanistan'dan, İspanya'ya kapış kapış gidecek.. Bu aydınlığa ihanet değil de ne?.. Yetmez.. Bir de film yapacaksın, kapısında kuyruklar oluşan.. Seni gidi tüccar seni.. Seni popülist seni.. Sen kim aydın olmak kimf?..
Kendi yazmasa, ben bunca yıllık arkadaşım, gazetede kapı komşumun geçen yıl San Remo Besteci ödülünü aldığını bilmeyecektim..
San Remo besteci ödülü mü?.. Geçin efendim.. Leonard Cohen, Leo Ferre, Jacques Brel, Bob Dylan almışsa geçen yıllarda bu ödülü ne olmuş yani.. Bunlar da yaşadıkları çağda üne kavuşan, best seller olan sanatçılar değil mi?..
Düşünün.. Bir Türk sanatçısı, dünya çapında bir müzik ödülü alıyor, ülkesinde en yakın dostlarının bile haberi yok..
Lafı hala Zülfü'nün son kitabına getiremedim.. İçim fena halde dolu da ondan..
Zülfü 12 mart dönemlerinde uzun yıllar İsveç'te yaşadı.. Romanında bir İsveç sürgünlüsünü anlatıyor..
"Ne kadarı doğru" dedim..
"Sami Baran yüzde 100 hayali bir tip" dedi.. "Romanda anlatılanlar da yaşadıkları da yüzde 100 hayali.. Yani öyle bir adam olmadı. Öyle şeyler yaşamadı.."
Yüzüne baktım, derinlemesine..
"Ama pek çok sürgün, kendi yaşamından kesitler bulabilir romanda, ben dahil.. Ben de yaşadım çünkü.. Gördüklerim, bildiklerim, Sami'nin hayatına yansıdı.. "
"Peki o yazarla çatışmalı anlatım neyin nesi" dedim.. Roman öyle.. Bir bölümü yazar yazıyor.. Sami'nin yaşadıklarını anlatıyor.. Hemen ardından Sami devreye giriyor ve yazarı azarlıyor.. "Nasıl da yanılıyorsun, aslı böyle" diye.. Olayı bir de o anlatıyor..
"Bu romanı 20 yıl önce bitirdim. Başta Yaşar Kemal okuyup bayıldılar 'Hemen bastır' dediler.. İçimden bir ses romanın tamam olmadığını söylüyordu oysa.. Bu 20 yıl kaç defa çıkardım dosyaları, tekrar koydum.. Sonra Sami Baran çıktı ortaya.. Yazara kafa tutan.. Roman o zaman tamamlandı bence ve artık yayına hazırdı.."
Zülfü Livaneli'nin "Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm"ü kolay okunan bir roman.. Yer yer çarpıcı, yer yer duygusal..
Önümüz yaz. Tatile giderken yanınıza bir Zülfü alın..
Kütahya'nın ısırgancısı..
Sabah otelin o çok zengin açık büfesine yaklaşmadık kahvaltı için.. Çünkü Sıtkı Usta gelip bizi alacak, sürpriz bir kahvaltıya götürecek..
Lobide bekliyoruz.. Yaşlı bir çift.. Erkek hayli halsiz görünüyor.. Gelip izin aldılar yanımıza oturmak için.. Anlatıyorlar.. Londra'da yaşıyorlarmış.. Beni de NTV'den pazartesi akşamları izliyorlarmış..
"Üç haftalık ömrün var en fazla" demiş, Londra'nın en ünlü doktorları, yaşlı adama.. Bir çeşit kanser.. Bu üç haftayı uzatmak için öyle ağır bir tedavi uygulamışlar ki, adam çökmüş.. Nefes alacak hali kalmamış.. Sonra Kütahyalı Mustafa Sarıkaya'yı duymuşlar.. Isırgancı.. Kalkmış gelmişler..
Tedavi basit.. Isırganın tohumumu balla karıştırıp bir kaşık yiyor her sabah.. Bir de suyunu 30 dakika çay gibi kaynattıktan sonra içiyor.. Kendisini görmüş konuşmuş Sarıkaya.. Bu reçeteyi vermiş..
"Kaç üç hafta geçti.. Buraya geldiğimde yatalaktım. Şimdi hala halsizlik var ama, bakın işte yürüyorum" dedi..
Sıtkı Usta "Ne zaman bu ısırgan hikayesi çıktı, Kütahya otobüsleri dolmaya başladı" dedi.. Mustafa, hastalarını benim kaldığım otelde kabul ediyormuş.. Kapıda kuyruklar onun içinmiş..
Bir zamanlar zakkumcu doktorumuz vardı. Adamı doğduğuna pişman ettik. Hapse girmemek için kaçtı. Şimdi Amerika'da emrine verilen müthiş bir labratuar ve adına yatırılan dolarlarla, araştırma yapıyor..
Biz hala gazete sütunlarında, bu "Ot" tedavicilerinin şarlatan olup olmadıklarını tartışıyoruz.. Okullu tıbba göre, kendi dışlarındaki herkes şarlatandır genelde.. Pastör de şarlatandı mesela, zamanında..
Geçen yaz Londra'da iken London Times'da okumuştum..
Kontun çok sevdiği bir atı var.. Hastalanmış.. Veterinerleri çağırmış.. Ülkenin en pahalı veterinerlerini..
"Maalesef kanser" demişler, uzun muayene, tahlil ve konsültasyonlardan sonra..
"Acı çekmemesi için, uyutalım isterseniz.."
Kont çok sevdiği atını öldürmeye kıyamamış.. Şatosunun etrafı uçsuz bucaksız otlak.. "Salın çayıra.. Mevlam kayıra" demiş..
Atı serbest bırakmışlar.. Her sabah ahırdan kendi başına çıkıyor, yürüye yürüye birkaçyüz metre ötedeki dere boyuna gidiyor, otluyor, geri ahırına dönüyormuş.. Üç hafta.. Beş hafta.. İki ay.. Üç ay.. At hala ölmüyor.. Veterinerleri çağırmışlar.. Bir tepeden tırnağa muayene daha.. Tümörün T'si kalmamış hayvanda..
Seyisler "Her sabah dere kenarında hep ayni yerde otluyordu" demişler.. Şimdi İngiltere'nin bütün uzmanları, derenin orasındaki otları araştırmaya başlamışlar.. Kanseri hangisi geçirdi diye.
Ben pek çok hastalığın tedavisinin doğada olduğuna inanırım..
Daha bu sabah, benim bahçedeki artık sayısını unuttuğum kedilerin reisi, ev sahibi Osman, fena halde hastaydı. Önüne koyduğum mamaları yemedi. Benimle oynamadı.. Çıkarmak için çırpındı beceremedi.. Baktım yan bahçeye dalmış, çimler arasında bir ot bulmuş yiyor.. Böyle sahneleri görmeyen bilmeyeniniz var mı?.. Hayvanlar ilaçlarını garip bir içgüdü ile doğada buluyorlar..
Ben 1973'te yığınla ameliyat geçirip, 39 kiloya düştükten sonra, bir de verilen kanlardan ağır bir sarılığa yakalanmam mı?.. Doktorlar aileye "Yüzde 3 yaşam şansı var, gelin son kez görün" demişler.. O ağır sarılık Gülhane Tıp Akamedisinde bütün profesörleri şaşkınlığa düşüren bir hızla sona erdi..
Neden?.. O sıralar garip bir iç güdü ile, sadece marul yemeğe başlamıştım. Göbekli marul.. Sabah bir, öğle bir, akşam bir.. Başka hiçbirşeyi canım istemiyordu.
Hastaneden çıktım. Yankı'da çalışmaya başladım. Sağlık sayfasını da ben hazırlıyorum. Kaynağım da New York Times gazetesi.. Birgün bir küçük haber..
"Amerikalı doktorlar, marulun sarılığa iyi geldiğini tespit ettiler. İyi gelen madde aranıyor. Bulunabilirse, sarılık korkulan hastalık olmaktan çıkacak.."
Bunca yıldır, Türkün içki sofrasına, rakıdan önce temizlenmiş ve ayıklanmış marul konmasının sebebi dekor değilmiş meğer.. İçkinin karaciğere vereceği zararı önceden önleyen ilacı atalarımız bulmuşlar meğer..
Sarılıktan ölürken içimden sadece marul yemek geçmesi de hayvansal bir içgüdüden başka şey değil..
Isırgancı Mustafa'yı kenara atmam ben..
Umdunu yitirmiş insanlar için yeni bir umut oluyorsa, o bile yeter..
Derken Sıtkı Usta geldi..
"Haydi bakalım, kahvaltıya gidiyoruz" dedi.. Atladık kocaman bir arazi arabasına.. Yani ya, jipe..
Gerisi kaldı haftaya..
SEVDİĞİM LAFLAR
Birinci ve en büyük emir:
Asla seni korkutmalarına
izin verme!..
Elmer Davis (1890-1958)
BİZİM DUVAR
Derviş Hububat için istenen taban fiyatı duyunca hemen bir türkü patlattı; "arpa buğday daha neler!.."
Hakan&Utku
TEBESSÜM
Fıkra Erkin Usman'dan
Temel ile Cemal ava çıkmışlardı. Bütün hayalleri kasabaya mükemmel bir av ile dönmekti. İşte bu sırada Cemal bir kuş sürüsüne rastladı ve hemen tüfeğini ateşledi. Hiçbir netice yok.
Temel atıldı:
"Cemal sen büyük nişancısın. Bu kadar kuşun arasında yüzlerce
saçmayı degdirmeden geçirmek inanılmaz bir başarıdır."
|