Yirmi yıl sonra, sıcak bir bahar günü rastladım ona. Bir sahil köyünde.
Ortalık öğle sonu güneşiyle ısınmış, havayı kekik ve akdiken kokuları sarmışken salaş bir bakkal dükkânının önünde karşılaştık....
Şaşkındım.
Belkıs ise, en iyi rastlantıların bile içerdiği uygunsuzluktan çok çekmiş insanlara özgü bir çekingenlik içindeydi.
"Zeytinliğin orada bir evim var. İki yıldır burada yaşıyorum. Güzel yer!"
Erkeklere ait "iş cangılı"na küçücük bir kızken girip ayak diremiş bir kadının sonunda böyle bir hayat seçeceğine inanmazdım.
Elleri heyecandan titriyordu. Farkettiğimi anladı, rahatsız oldu.
Yüzüne baktım. Belleğimde kalan imgesiyle tam tamına çakışmıyordu gördüğüm.
Aklımda hüzünlü bir yüz kalmıştı. Oysa şimdi gördüğüm saf haliyle yorgunluktu...
Ama kulaklarımın tanıklığı imdadıma yetişti: İşte yine aynı ses, Belkıs'ın sütlü, kaygan, ergen sesi...
Yakınlık duygusuyla uzaklık arasında bocaladığı sırada sağ elini koluma uzattı: "Seni tutuyor muyum? Nereye gidiyordun?"
Sarsıldım. Küçücük bir yerde nereye gittiğimin ne önemi olabilirdi!
Yine de hızlı toparlandı: "Evin yeri çok kolay. Uğrarsan sevinirim."
Uğradım.
Pansiyonumdan çıktığım bir sabah ayaklarım beni ona götürdü; kendiliğinden...
Her yer sardunyalarla doluydu. "Boş oturduğumu sanmadın, değil mi? Sardunyalar üzerine bir kitap hazırlıyorum."
O gün sabah, öğle, akşam; sanki hep sofrada kaldım. Özenle hazırladığı zeytinyağlıları yedim ve durmadan konuştum. Bilgiççe konuşmalarımdan eskiden de çok hoşlanırdı.
Akdenizliler'in baklayı hem sevip hem de ölesiye korktuklarını anlattım Belkıs'a... Antikçağda bakla yemeyi yamyamlık sayanları anlattım.
"Aa, neden?"
Kuru bakla yemenin ataların kafasını yemek sayıldığını anlatıp, İngiliz argosunda hâlâ "bean" sözcüğünün "kafa, beyin" anlamlarına kullanıldığını araya sıkıştırdım.
Ben konuştukça Belkıs'ın gözlerinin ısısı artıyordu...
(Kadınlar... Arzunun akıldışı özünün üzerine sözlerin büyüsünden bir şal atılmasını çok severler!)
Fakat...
Ben yedikçe o doymuyordu artık.
Tersine, eksik bir şey kalıyordu geriye. Bir tür açlık.
Ve aynı anda içimizden arzunun karşı konulmaz yalazı geçti.
Belkıs'ın dudaklarının iki yanında yoğunlaşan çizgileri öpmek istedim...
İşte tam o sırada...
Büyük bir patlama sesi duyuldu.
Çok uzaktaki maden işletmelerinin limanında bir patlama oldu sanıp yerimizden fırladık.
Büyü bozulmuştu.
Gök gürültüsüymüş...
İki dakikaya kalmadan müthiş bir yağmur geldi...
Sabaha kadar pencere pervaz tıkamakla uğraştık.
Gün ışırken bitkin düşmüştü. Uyuyordu. Yanağına öpücük kondurup, valizimi aldım, çıktım.
Dönüş yolunda yanımdan hiç ayırmadığım Norman O. Brown'ın "Aşkın Bedeni" adlı kitabını karıştırıyordum. (Random House, 1966 baskısı) Sayfa 165'te "Beden Nedir?" sorusuna şu yanıt veriliyordu: Yiyecek!..