  
Futbol tutunamayanların oyunu mu oluyor?
Futbol sadece Türkiye'de değil, dünyada da sosyolojik bir büyütecin acil konusu. Çaresiz yığınların dehşeti geometrik bir hızla tırmanıyor.
Vaktiyle dokuma tezgâhlarına saldıranların torunları bilgisayarlara saldırmıyor ama galiba hınçlarını futboldan çıkarmaya çalışıyor.
Türkiye sanayiden bilgi çağına geçmek gibi bir zorluk yaşamıyor ama devletten beleş geçinmenin bittiği bir noktaya doğru hız alıyor.
Türkiye siyaseten beleş para dağıtmayı keserken, becerisi olmayan yığınlar için "umutsuzlar cehennemine" dönüşmekten nasıl kurtulacak? Soru bu.
Geçtiğimiz günlerde yeri göğü inleten, aslında sıradan bir derbi dışında pek de özelliği olmayan Fenerbahçe - Galatasaray maçına kızını götürme gafletinde bulunan bir arkadaşım, Kadıköy'ün göbeğinde toplanan kırk bin kişinin tezahüratının "içeriği" hakkında beni dehşete düşüren "bilgiler" verdi.
Maç öncesi eşofmanları ile ısınmak için sahaya çıkan Galatasaraylı futbolculara yönelik koronun söylediklerini duyar duymaz gerisini dinlemeye gerek kalmıyordu. Hoparlörlerin "ölecek, ölecek, öleceksiniz" diye bağırması, seyircinin de buna bayağının bayağısı bir şekilde "kafiye" tutturması basında da tefrika edildi.
Futbol maçları sadece Türkiye'de değil, dünyada da sosyolojik bir büyütecin acil konusu olmaya devam ediyor. Çaresiz yığınların dehşeti geometrik bir hızla tırmanıyor.
Nisan ayında Güney Afrika'da bir futbol maçında 43, Kongo'da 10 kişi öldü. Bununla kalmadı, Fildişi Sahili'nde polisle taraftarların çatışması 2 can aldı.
Geçtiğimiz Çarşamba günü ise, dünyanın sanki dört bir yanında stadyumlarda ayaklanma vardı. Gana'da "Accra Hearts Of Oak" rakibi "Kumasi Kumasi Ashanti Kotoko"ya 2-1'lik bir üstünlük sağlayınca, ortalık cehenneme döndü. Ölü sayısı yüz otuza fırladı.
Ekvador Milli Takımı'nın Kolombiyalı teknik direktörü Hernan Dario Gomez bacağından vuruldu ve burnu kırıldı.
Hırvatistan'da ise Dinamo Zagreb ve Hajduk Split maçında ölen olmadı ama 130 kişi yaralandı, taraftarlar dükkânlara saldırdı.
Makine kıran işçiler
Toplumların dönüşmesi zahmetli ve uzun bir süreç istiyor. En yığınsal spor olan futbol sahalarındaki döner bıçaklı, vurdulu kırdılı şiddet yeni bir çağın arifesinde öylesine yükseliyor ki, insan ister istemez bir önceki en büyük ve en derin değişim olan "sanayi döneminin" buna benzer cinnetini düşünüyor.
Benim aklıma Luddistler geliyor.
Sanayi devrimi makineleşmenin rüzgârını artırınca, işsiz kalmaktan ürkenlerin örgütlenerek dokuma tezgâhlarını tahrip etmeleri Luddist Hareketi doğurdu. Başlarında Ned Ludd adlı bir işçi vardı. Genellikle maskeliydiler. Geceleri eylem yapıyorlardı. İnsanlara değil makinelere düşmandılar. Değişimden ürken halk da onları destekliyordu.
Sanayileşme dinamiği Luddistlere çok sert davrandı. Hareket kısa bir sürede bastırıldı
1816 yılında Napoleon Savaşlarını izleyen ekonomik bunalım sırasında benzer ayaklanmalara Fransa'da da rastlandı. Ama ekonomik bunalımın uzun sürmemesi ve alınan acımasız tedbirlerle bu önlendi.
Tarihsel dönemeçlerde yığınsal çıldırmalara hep rastlanıyor.
Tutunamayanların oyunu
Çağ epeydir gene hızlı değişiyor. Dokuma tezgâhları çoktan aşıldı, hatta sanayi devriminin en muhteşem sembolü olan demir-çelik fabrikaları da birer birer mezarlığa döndü.
Bilgisayarlar, insan beynini örnek alan teknolojiler üzerinde yükseliyor. Kol gücünü örnek alan dokuma tezgâhlarına vaktiyle saldıranların torunları bilgisayarlara saldırmıyor ama galiba futbol sahalarından hınçlarını çıkarmaya çalışıyor.
Aynı sanayi döneminde olduğu gibi, yığınlar kendilerini uzun süredir büyük bir değişimin tehdidi altında hissediyor. Var sandıkları işleri yok oluyor, becerileri yeni bir teknik buluş ile sıfırlanıyor, yaşamın taşınması ağır bir yüke dönüşüyor.
Bir de hayatını kuramadan ve kurma umudunu pek de bulamadan bir çalkantının içine düşen gençler var. Eğitimleri yetersiz ya da hiç yok, becerileri gelişmemiş, kendilerini anlamsız bulan ve varlıklarını takımlara bağlayanlar.
Bunlar, yaşayamadıkları için stadlara takımları için "ölmeye ölmeye" gidiyor. Fenerbahçe'den Gana'nın başkenti Akkra'ya dalga dalga yayılıyorlar.
Ürkütücü soru
Türkiye sanayiden bilgi çağına geçmek gibi bir zorluk yaşamıyor ama devletten beleşinden geçinme alışkanlığının bittiği bir noktaya doğru hız alıyor. Bilgi çağının bize yansımasının ilk işareti bu değişimde ortaya çıkıyor.
Ortalama okul yılının ilkokul dörtten terk olduğu, yirmi milyon çalışanın on altı milyonunun mesleksiz sayıldığı, ülkenin yarısının kırlarda barındığı ve hemen hemen herkesin devlet etrafında pozisyon alarak geçimini sağlamaya çalıştığı, enflasyonu bol, verimi ve üretimi az bir ülke Türkiye.
Şimdi vergi verenlerin parasını, vermeyenlere dağıtarak oy satın alan siyaset kurumunun, başına buyruk silahlı bürokrasinin eski alışkanlıklarını bırakmamaya direndiği bir ortamda, değişikliklerin sonuçları daha derinlemesine tartışılmıyor.
Enflasyonsuz, herkesin ürettiğine razı olacağı bir toplum görünümde değil burası. Ama bunun dışında da bir çıkış yok, herkes zorla kaderine razı olacak. Önce direnme, sonra sızlanma, sonra da hayata karşı daha donanımlı olma çabası başlayacak.
Liseyi bitiren üniversiteye, dil bilmeyen yabancı dile, bilgisayar kullanamayan bilgisayara doğru mecburen meyledecek. Ama bunlar bir süreç içindeki öngörüler.
Türkiye bir yandan siyaseten beleş para dağıtmayı keserken, öte yandan da becerisi olmayan yığınların maç sahalarında vahşetini artıracağı bir "umutsuzlar cehennemine" dönüşmekten nasıl kurtulacak? Asıl soru bu. Külfetleri nasıl paylaşacağımızı, mesleksizleri nasıl hızlı bir işlevselliğe kavuşturacağımızı tartışmamız gerekiyor artık.
Tabii bu kadar bir toplumsal aklımız olsa bugünkü sefil hale düşmezdik. Bizde devlet "ekonomik akla" göre değil, siyasal çıkara göre düzenlendiği için, bu konular hiçbir zaman gündemde değil. Ama gündeme gelmesinin faturası, dış dünya mengeneleri sıkıştıkça daha da artacak.
Avrupa Birliği üyeliği için atılacak adımlar belki bu sorunların çözümüne biraz yardımcı olabilir. Avrupa Birliği konusundaki samimi irade bizi herşeye rağmen 320 milyonluk Batı'nın azımsanmayacak yardımına taşır. İçerdeki dalgalanma nispeten durulur.
Ama maalesef bunları duyacak bir Ankara yok. Yeryüzünün piyasalarında kendine hiçbir yer bulamayacak zevat; lojmanı ile, emekliliği ile, yazlığı ile ve statüsü ile ülkenin canına okumakta.
O canına okuyuş ise, statlarda inanılmaz sloganlar, kavgalar ve bazen de ölüler olarak topluma geri dönmekte.
Tanrı beterinden saklasın.
Ama insan gelişmelere bakınca, stadyumları her gördüğünde ürpermeden edemiyor.
|