Dar alana sıkıştırılmış, "temsil kabiliyeti iyice zedelenmiş" parlamanter bir siyaset... Sistemleşmiş, ülkenin "büyüme stratejisiyle eşanlamlı hale gelmiş" yolsuzluklar... Yolsuzluklara yönelik operasyonlarının taşıdığı "temizlik ve militerleşme"den oluşan "çifte anlam"... Temizliğin ardından siyasetin "alaturka" biçimde yeniden yapılanması beklentisi ve hesapları... Toplumsal talepleri, ülkenin siyasi yenilenme gereğini, hatta gerekirse toplumu ve siyaseti ikame etmesi beklenen, bu beklentiyle bir "masal devi" haline getirilen dış dinamikler...
Ülkenin gündem maddeleri bunlar...
Bu maddelerle, ülkenin, siyasetten topluma, zihniyetten devlete "topyekun bir kriz" yaşadığını görmemek mümkün değil. Ama asıl görülmesi gereken, "kriz içindeki debelenme ve hesaplaşmalar"ın ilginç bir şekilde bu "krizden çıkma" yolu "sanılması"dır. Bu "sanı"yla ülkenin daha dip noktaya doğru hareket etmesidir.
Bu "sanı" üzerinden kamuoyuyla muhalefetiyle ülkenin beklentisi; seçim kanunu, partiler yasası ve kamu bakanları operasyonuna, yani "lider sultası"nın kırılmasına ve "siyaset-ekonomi ilişkisi"nin kesilmesine kilitlendi.
Bu, belki de yaptığımız birinci ve en temel yanlış. Bir kere, lider sultası, bir "cemaatleşme biçimi" olarak bir kanunun eseri değil, bir kanunla değişebilecek durum ise hiç değil. Bu durum, asli siyaseti de tekeline alan "aşırı merkeziyetçi bir devlet yapılanması"nın sonucu.
Siyaset-ekonomi ilişkisine gelince... Bu ilişki "yolsuzluk düzeni"nin sorumlusu değil, sadece bir aracıdır. Örneğin ikinci bir Merkez Bankası gibi çalışan Ziraat Bankası'nın nüfusun yüzde 44'ünü oluşturan tarım kesimini finanse etmesi, siyasetten çok, sınıfsal yapı dizaynıyla, büyüme stratejisiyle önce bir sistem, bir devlet meselesidir. Yani ana sorun "siyaset-ekonomi sorunu" olmaktan çok, "devlet-ekonomi ilişkileri sorunu"dur. Köylülük planlı, tedrici ve akılcı bir şekilde eritilmeden bu sorunun çözülemeyeceği bilinir; "siyaset"in mevcut yapılanmada böyle bir değişim gücü ve yetkisine sahip olmadığı düşünülürse, görülür ki, ilk değiştirilmesi gereken devlet yapısıdır. Devletin değişimine endeksli olarak siyaset-ekonomi ilişkilerinin yeniden yapılandırılması, bunun ardından gelecektir.
Evet, bugün ülkenin meselesi "siyaset sorunu" olmaktan önce bir "devlet sorunu"dur.
Peki "devletin yeniden yapılandırması"ndan ne anlamak lazım?
Yeniden yapılanma her şeyden önce, devletin hukuk ilkelerine tabi olmasını, hukuk devletinin demokratik işleyiş şemasını benimsemesini, devlet-siyaset ilişkisinin yeniden tanzim edilmesini, diğer bir deyişle "demokratik, adaletçi ve özgürlükçü politik ve ekonomik rasyonaliteyi" ifade eder. Her kesime hukuk aracılığıyla "eşit mesafede duracak"; buna karşılık her kesimi birbirine mümkün olduğu kadar "eşit mesafede tutacak", toplumsalı merkeze alacak bir rasyonalitedir bu. Devletin yeniden yapılanması, sorunların çözümüne ilişkin doğru yöntemlerin kullanılması, tersinden söylenecek olursa gidişatı tanımlayan "yöntem otoritarizmi"nin engellenmesi açısından da şarttır.
Nitekim devletin el attığı toplumsal alanı ve siyaset sahasını boşaltması iki hususun ön koşuludur: Hem siyasetin toplumla bağının kurulmasının, temsil kabiliyetinin artmasının, karar alma etkinliği ve alanının genişlemesinin... Hem katılmanın önünün açılmasının, yani siyasetçi profilinin değişmesinin, yani siyasetin aktör bazında etkin hale getirilmesinin... Bu yeniden yapılanma gerçekleşmeden siyasetin değişmesini beklemek bir "ham hayal"dir.. Aynı, reaksiyonlarla büyümüş, temsil kabiliyeti olmayan, kişilere endeksli, rant dışında hareket alanı bulamayan siyasi partilerin değişim gerçekleştirmesinin "anlamsız bir düş" olması gibi... Ecevit'in partisindeki "utanılası gelişmeler"e bu koşullarda şaşırmanın ne anlamı var!