ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz'ın dünkü basın toplantısında anlattıklarında çok haklı yönler vardır.
Türkiye'deki "statükocu" bir kesim her türlü değişime karşı koymak için her imkanı kullanmaktadır. Bu kesim "yenilenmeye" her dönemde karşı çıkar, çünkü "eskimiş yapılar" sayesinde ayakta durur.
Şu anda da "yolsuzluklar" meselesi, varolan durumun ötesinde ikili bir kullanımın malzemesine dönüşme eğilimdedir. Birinci eğilim, Mesut Yılmaz'ın belirttiği gibi, yolsuzluklar konusunda toplumda oluşmuş olan hassasiyetin "siyasi hesaplaşma" amacıyla kullanılmasıdır. Bu "kullanma"da esas olan, yolsuzluklarla gerçek ve kalıcı bir mücadele yapmak değil, siyasi ya da başka hesaplarla birilerini tasfiye amacının aleti yapılmasıdır.
Ancak burada hatırlamak zorunda olduğumuz bir dönem vardır. O da 1994'te başlayan ve ANAP ile DYP arasında en ağır suçlamaların yapıldığı dönemdir. Bu dönemde iki taraf da karşı tarafı olabilecek en "kalabalık" şekilde Yüce Divan'a götürebilmek için canını dişine takmıştır. Bu dönemin sonunda iki taraf da yorulmuş ve "herkes" birbirini aklamış, meseleye kapanmış gibi bakmıştır.
Oysa toplumsal hafıza ve vicdanda bu dönemin sonucu "herkes"in "ahlak notu"nun birlikte düşmesi olmuştur.
Yolsuzluklarla ilgili toplumsal duyarlığın statükocu kesim tarafından "sömürüldüğü" de doğrudur. Öyle bir ortam yaratılmıştır ki sanki bütün iş hayatı yolsuzluğa bulaşmıştır, sanki her banka kredisi kullanmış olan kuşkuludur, sanki zor duruma düşmüş her işadamı hırsızdır.
Buna karşılık yolsuzluğun, rüşvetin toplumsal hayatta ve idari yapıda kangrene dönüşmekte olduğu da doğrudur. Bu hastalığın kangerene dönüşmesini önlemek için sadece ameliyat yetmez, sadece "günah keçileri" seçilip bunların alabildiğine teşhir edilmeleri de yetmez. "Asacaksın üçünü beşini bak nasıl düzeliyor" mantığıyla toplumsal bir hastalıktan kurtulmanın mümkün olmadığı binlerce kez kanıtlanmıştır.
Bütün yapının hastalıktan arındırılmasının tedbirleri alınmazsa, idari yapıda buna uygun yenilenmeler yapılmazsa hastalık her an yeniden ortaya çıkacaktır.
Hastalığın merkezinde de "siyasi yapı"nın devleti yönetme tarzı bulunmaktadır. Sosyal güvenlik sisteminin çöküşünde de, kamu bankalarının çöküşünde de, özelleştirmelerin sağlıklı yapılamamasında da asıl sorumluluk payı "yönetim"dedir.
Mesut Yılmaz haklıdır: Yargının siyasallaşması büyük bir tehlikedir. Ama bu, bugünün tehlikesi değildir. Ne yazık ki bütün yakın tarihimiz yargının siyasallaşmasının ve bağımsızlığına ilişkin kuşkuların doruğa çıktığı örneklerle doludur.
Sadece yolsuzluk iddiaları açısından baktığımız zaman geçen on yıl içinde "bağımsız yargı"nın engellenmesinin sayısız örneğini görmemiz mümkündür.
Mesut Yılmaz haklıdır: 1983-1991 arasındaki Türkiye ile 1991-2001 arasındaki Türkiye birbirinden çok farklıdır.
(Bir yolsuzluk parantezi: "Benim memurum işini bilir" sözünü Turgut Özal söylemiştir. Ve bu söz bir "işaret" olarak alınmıştır.)
1991'den bu yana Türkiye "yönetilemeyen" bir ülke durumundadır. Bu on yılda on ayrı hükümet kuruldu, her hükümetin sonunu da küçük ya da büyük bir siyasi kriz getirdi.
Türkiye on yıldır sadece krizlerle yaşıyor; yönetilmiyor, sürükleniyor. Bu sürüklenme de Mesut Yılmaz'ın söylediği gibi en çok "statükocu güçler"in işine geliyor.