Küskün kahvenin güzelliği
Yağmur gündüzden kalmış kekik kokusunu dağıtmıştı. Serin bir ilkyaz gecesiydi...
Hiç konuşmaksızın yol alıyorduk. Aramızdaki yakınlık duygusunun ürküp kaçmaması için susuyorduk.
Uzun sarı saçları açık pencereden içeri giren yağmurla ıslanıyordu ama umursamıyordu. Ben arada rüzgâra avcumu açıp havayı tutmaya çalışıyordum...
Konuşmak istemişti...
Onu anlayacağımdan emin olduğunu söylemişti.
Anlamak... Bana kalsa, kendi başına çok yararsız bir şeydi bu!
Fakat gerçekte istediği anlatmaktı; sadece anlatmak...
Hangi akla uyup çağrısını kabul ettim, şimdi hatırlamıyorum.
Ortak arkadaşlarımız vardı. Zaten bu tatil kasabası öyle bir yerdi ki, kimse kimseyi rahat bırakmazdı...
"Yüzme stillerimiz" güzeldi!.. Dayanıklıydık.
Yine de aşk, kıskançlık, kırgınlık, öfke ve teslimiyet dalgalarında çarçabuk boğuluyorduk...
Adı Ayşe'ydi. Güzel olduğunu bilmeyenlere özgü bir güzelliği vardı. Erkeklere "terzilik" becerilerini deneme şansı veren parlak bir kumaş gibiydi...
İlk bakışta çok yumuşaktı. Neredeyse alıngan bir aşk nesnesiydi! Çevresindekileri yumuşaklığıyla baştan çıkartırdı. Oysa galiba bir ben farketmiştim: Yumuşaklığının iki adım gerisinde bir atmaca gibi kurbanlarını bekliyordu hoyratlık...
Ayşe anlatmak için neden beni seçmişti? Neden aşkta her geçen gün biraz daha yetersiz olurken, alkolün de yardımıyla "kendinden vermekte" bu kadar ustalaşabiliyordu? Neden peşinden sürüklenen arkadaşlarım perişan olmuşlardı? Neden bu kadar istemesine karşın bir türlü eğlenemiyordu Ayşe?..
Kafam bu sorularla doluydu. Yalıboyu denen kumluk alana bakan tepeye geldiğimizde vitesi boşa aldım. Araba aşağıdaki küçük evin önüne kadar zakkumlar ve kum tepecikleri arasından sessizce kaydı...
Kapıda durup anahtarı cebimden çıkardığımda "saçma bir şey" yaptığımız hissi içimde yükseldi.
O karanlıkta Ayşe'nin yanaklarının pembeleştiğini görüyordum. Soluklarımız tıkanmıştı.
Denizden esen rüzgâr ve nemi iyice emen duvarlar içerisini buz gibi yapmıştı. Sobayı yaktım. Ahşap dolaptan, geçen yıldan bırakılmış el örgüsü şalı çıkartıp Ayşe'nin omuzlarına örttüm.
Arzunun koyu gölgesi çoktan kımıldamıştı içimizde.
Biliyorduk; bu halde konuşamazdık. Anlatamazdı!
Konuşursak itiraflar birbirini izleyecek, yoktan varedilen günahlar bir bir ortaya dökülecekti...
Ve ardından gelecek bir sevişme, hiç istemediğimiz bir dostluğun kapısını açacaktı! Her şey bunu haber veriyor, buna hazırlanıyordu...
İşte tam o anda silkindi birden Ayşe... Silkindi ve... "Bir şey içmeliyim" dedi.
Tuhaf! Aynı anda ben de içimdeki arzuya ray değiştirten aynı dürtünün esiri oluverdim: Bir şey içmeliydik!
En yakın markete kilometrelerce uzak bir sahilde, tam takır bir evde ne içebilirdik!
Ama içtik. Kahve içtik!
Çok güzeldi. Yağmur durmuştu ve mutluluk leylâk rengi gece kadar gerçekti!
Raflardan birinde, bir kutu kokusu ve rengi kaçmış kahve bulmuştum. Kimbilir ne zamandan kalmaydı! Arabadan getirdiğim suyu kaynatıp büyük kulplu fincanlara dökerken kendimize geliverdik. Kahvenin yeniden dirilen kokusu, kıyıya vuran dalgaların taşıdığı yosun kokusunu bastırdı.
Elimizde fincanlarla dışarı çıktık. Boşta kalan ellerimiz birleşti. Kumların üzerine oturduk. Yıldızlara baktık. Avuçları ter içindeydi. Sonsuz gergin sinirleri birden boşalmış gibiydi. Hemen hemen hiç konuşmadık.
"Kalkalım, geç oldu!" dediğimde sabahın ilk ışıkları belirmeye başlamıştı.