"Çakır Sabo" derlerdi Sabahattin'e... Yeşil gözlü, altın saçlı, uzun boylu, harbi delikanlıydı. Çakır Sabo, Sebze Meyve Hali'nde kabzımaldı.
Hal kabzımallarının kendilerine has yaşam tarzları vardı.
Adabıyla içen, eğlenceyi seven, cebinde "yarım ekmek gibi" şişkin papelleri taşıyan, varlıklı ve gereğinde kabadayı adamlar.
Onları, Kumkapı, Samatya meyhaneleri açmazdı. Rakı kokusuna yakın olmalıydı parfüm kokusu. Bu sebeple Beyoğlu'nda içerlerdi. Çiçek veya Krepen pasajlarında... Veya laternalı Lefter'de... Hatta Degustasyon'da bile...
Yahya Kemal Beyatlı'nın, Yunus Nadi'nin, ressam Çallı'dan bestekar Osman Nihat Akın'a uzanan "bir daha gelmezler"in meyhanesi... Onlar bizden epey önceki kuşak... Yeni yetmelik dönemimden aklımda kalan Degustasyoncular; başta Burhan Toprak, Akademi'nin eski müdürü ve sanat tarihi hocamdı. Vasfi Rıza Zobu'yu görürdüm cam kenarında... Doğan Nadi'yi hatırlıyorum.
Degustasyon, İstanbul'da açılan ilk İtalyan lokantası. Çiçek Pasajı girişindeydi. Degustasyon'un yerinde şimdi insan yemliği var. Hani fastfood diyorlar...
Dönelim kabzımalların hayat tarzına. Gerekir mi kabzımalların yaşam tarzını anlatmak? Elbette. Kabzımallar, gayrimüslim tüccarın çoğunlukta olduğu 40'lı ve 50'li yıllarda; büyük kentteki orta sınıf müslüman tüccar örneğidir.
Ramazan'da oruçlu, ailesini kapalı tutan, kendisi meyhane-bar-pavyon-metres keyfine bakan ve bunu erkekliğin gereği sayan, icabında ekmeğini belindeki silahıyla koruyan "taşra" kökenli küçük girişimcinin İstanbul'da ilk tutunanlarındandır kabzımal..
Konsomatris çalıştıran pavyonların velinimetiydi kabzımallar. Güzel para harcarlar, façanın düzgün olmasına dikkat ederlerdi:
"-İngiliz kumaşını çekeceksin... En kral terziye diktireceksin. Kravat mı? Sıkıyo be, kusura bakma.."
İngiliz kumaşı elbise, Borsalino fötr şapka ve şık olan her şey tarihi mağazalarda satılırdı. Bunlar; Haçopulo, Alsetapulo, Petro, Şişman Yanko gibi Osmanlı döneminden beri ticareti sürdürenlerdi. Tüccarlığın sembolü olmuş firmalardı. Ömer Seyfettin bile Şişman Yanko'yu örnek göstermiş. Taaa 1908'de filan... "Müslüman Osmanlı gençleri"ne seslenen yazılar yazmış:
"Babıali (devlet) kapısında iş dileneceğinize, hazineye yük olacağınıza tüccar olun" demiş. "Şişman Yanko gibi ticarethaneleri neden müslümanlar kurmasın... Ticareti öğrenelim, batıyoruz ey müslümanlar!..." diye kalem feryatları koparmış. Vefa'nın yangın yerlerine yerleştirilmiş Siirtliler de sebze meyve halini ele geçirip kabzımal olmuş.
"-Kabzımal dediğin cemiyet adamıdır. Bütün dansları çakacak. Tangoyu Valentino gibi patlatacak!.. Dans ettiği karıyı mest edecek, radyokarbon tableti gibi eritecek!.."
1950'li yıllarda gazete ve dergilerde yayınlanan ünlü reklamdı. Aşırı şişman bir kadının resmi altında "Radyokarbon tabletleri ile kilolar şeker gibi erir" yazardı.
O yıllar bu reklam dillere dolanmıştı: "Fazla konuşma lan... Radyokarbon tableti gibi eritirim haa..."
Evet. Pavyon müdavimi kabzımalların en yakışıklısı Çakır Sabo'ydu.
Bilumum pavyon kadınları aşıktı Sabahattin'e... Bu yüzden bir gözünü kaybetti. Kıskanç bir konsomatris, cam tütün tablası ile yüzüne vurdu. Cam kırıkları, onun ünlü çakır gözlerinden birini kör etti.
"Bunlar karasevdanın keskin kılıcı
Çifte su verilmiş keskin kederler"
Kabzımallar en güzel konsomatrislerin çalıştığı pavyonlara giderdi: Vagon Blö, Büyük Londra, İstanbul Pavyon, Cumhuriyet gibi...
İşte böyleydi kabzımal sosyetesinin felekten çaldığı geceler.
Beyoğlu'nu kabzımallarla paylaşan bir başka sosyete daha vardı. Ancak ayrı mekanlarda eyleşen yüksek sosyete.
O zamanların sosyetesinin fizik yapıları farklıydı. İstanbul sosyetesinin kadınlarında saraylı görünümü vardı.
Çoğu da saraylıydı zaten... Osmanlı'dan, Polonya'dan, Çarlık Rusyası'ndan veya İtalya'dan... Arnavut, Romen krallıklarından kadınlar... Sırp, Boşnak, Pomak asıllılar...
Masal kahramanları gibiydiler.
Hindistan saraylarına, Mısırlı prenslere gelin giden Türk kızları... Padişah torunları...
Haydarabad Nizamı'nın sarayına ne gelinler vermiştik. Ünlü Esra Cah'tan sonra Esin Cah. Kız Koleji'nin kusursuz güzeli Esin..
Sosyete ile birlikte para da elbette İstanbul'daydı. İhracatı, ithalatı yapan onlardı ve ilk sanayicilerdi. Burlalar, Kavalalar, Çikvaşvililer, Süreyya Paşalar ve diğerleri... Rumlar, Yahudiler, Ermeniler... (Vehbi Koç'un yeri ayrıydı; klasmanın üstündeydi.)
Eski sosyete, gerçek dünyadan kopukçaydı.. Kahvaltı ederken peyniri üreten emekçiyi aklına getiremezdi. 'Emek, üretim vs." gibi şeyleri bilmezlerdi.
Ama para hırsları da yoktu. Para bir yerden geliyordu işte.
Oysa; insanın hırs ve arzularının nesnesi değil midir para?
1955'teki 6-7 Eylül olayları, gayrimüslimleri kaçırınca ticaret din değiştirdi. 6-7 Eylül 1955, Türk insanının kaderinde keskin bir virajdır. Anadolu tüccarını birden büyütmüştü. 'Taşralı girişimci' İstanbul'a akmış ve köhne İstanbulludan çoook fazla kazanmıştı.
Onlar, peyniri üreteni yakından tanırdı da gelecekte bilmez gibi yapacaklardı.
Neyse. Para gerçek anlamını kazanıyordu.
İstanbullu ile Anadolulu arasındaki 'toplumsal farklılığı' para dengeleyecekti, düzenleyecekti.
1955'i izleyen zamanlarda 'sosyete', yani toplumun kaymak tabakası değişti. Önce yavaş, sonra çok hızlı...
Anadolu ile İstanbul kaynaştı. Kendini aristokrat sayan İstanbullu zengin, taşranın zengin toprak ağalarıyla, besicileriyle ve sonra fabrikatörleriyle kentin cilalı yaşamını paylaşmak zorundaydı.
Hilton, 'yeni sosyete'nin vazgeçilmez statü belirleme sarayı idi. Düğünler, nişanlar orada yapılmazsa olmazdı... Kıdemli sosyete ise Moda Kulübü, Büyük Kulüp ve Serkl Doryent'ten vazgeçmezdi.
1970'in başına kadar böyle sürdü.
Sonra Türkiye hepten değişti.
Saraylılar sislerde kayboldu.
Birçok aile gözükmüyor. Nemlizadeler, Tatariler ve diğerleri... Bir zamanlar sık sık gördüğümüz Mahrukiler, Çolakoğlu, Atasagun, Papazyan aileleri çekilmiş.
Gecelerin gözdesi Kadir Has evinde... Sapmazlar tümüyle küskün... Güzel eşi Christine ile salonları süsleyen Semih Tuğlu ağabey...
İpekçiler, Perinler, Meserretçiler, Sadıkoğlu, Kalkavan aileleri görülmüyor.
Hilton'da beş çayları, 'roof'ta canlı müzik yok. Büyük gazinolar market olmuş.
Klöb X, Harem Kulüp, Beyoğlu Reşat, Yeşil Horoz, Kuzu, Suat, Suadiye Reşat çoktan unutulmuş.
"Zaman adlı denizde bir gün, bir lahza için
Demirleyemez miyiz?"