Şahin Alpay benim 30 yıllık arkadaşım. Stockholm Üniversitesi'nde doktorasını yaparken tanıdığım ve aynı mahallede acı tatlı günleri paylaştığımız bir dostum.
Geçenlerde, ortak bir dostumuzun Türkiye'de bulunuşu münasebetiyle Şahin'i görme fırsatını buldum.
Princeton Üniversitesi'ndeki değerli tarih profesörümüz Şükrü Hanioğlu ile bir akşam yemeğinde buluştuk.
Şahin Alpay da bir dönem Princeton Üniversitesi'nde konuk profesör olarak ders vermişti.
Söz döndü dolaştı, medyaya geldi ve Profesör Hanioğlu, bu konuda çok ilginç birşey anlattı.
Dedi ki: "Princeton'daki hocalar zaman zaman 'Şahin Alpay ne yapıyor?' diye soruyorlar. Ben de onlara çalıştığı gazeteden ayrılmak zorunda kaldığını, yani işine son verildiğini anlatıyorum. O zaman büyük bir hayrete düşüyor ve 'Demek ki Türkiye'de gazetecilik seviyesi çok yüksek; baksanıza Princeton hocaları bile gazetelerde yazmaya layık görülmüyor.' diyorlar."
Profesör Hanioğlu'nun aktardığı bu sözler üzerine gülelim mi, ağlayalım mı karar veremedik.
Masada bir süre sessizlik oldu.
Princeton, Harvard düzeyindeki hocaların yazamayacağı necip Türk basını üzerine tefekküre daldık.
Neredeyse gözlerimiz doldu.
Sonunda bir iki şakayla kapattık konuyu.
Ama bu şakalar benim "negatif seleksiyon" konusundaki fikr-i sabitimi söküp atmaya yetmedi.
Osmanlı'dan bu yana sürüp giden, "Kötünün iyiyi kovması" kuralının ya da benim "tersine elek" dediğim negatif seleksiyonunun acılarını daha kaç yüz yıl çekecektik acaba?
Hep mi "Kötüler kadı olacaktı Yemen'e"?
Hep mi kalite kovulacaktı?
Hep mi ana dilini konuşmaktan aciz kurnaz cahiller tarafından yönetilecektik?
Hep mi ayaklar baş, başlar ayak yapılacaktı?