İnsanı büyüleyen ve bakımsızlığı yüzünden üzen Hasankeyf'ten ayrılıp Mardin'e giderken yaylaları ve çiçek açan badem-kiraz ağaçlarını seyrederken keyfimiz yerine geldi. Osmanlı kalesini seyretmek için başımızı kaldırınca âbide gibi kat kat yükselen bu antik kente daha önce gelmediğimiz için kendimize kızdık.
Hamamları, sanat şaheseri camileri, bugün postane olarak kullanılan binanın dantel gibi işlenen taş işçiliği, daracık sokakların arasından gözüken harikulâde evleri, anlatılamayacak kadar güzel.
Mardin'i görmedikçe anlatabilmek çok zor. Tavsiyemiz öğle yemeğini Rıdo'da yemeniz ve 3 km. uzaktaki Deyrulzafaran Manastırı'na gitmeniz.
Manastırın rahibi Melki Urek'in heyecanı ise görülmeye değer: "Bu tarlalarda safran yetiştiği için buraya Zafaran adı verilmiş. Tabii asırlar geçince safran bitmiş, tükenmiş. Geçen yıl bir kasa içinde safran tohumu ektim; bu yıl filizlendi. Şimdi amacım bütün ovayı tekrar safranla doldurmak..."
Kimbilir, gelecek yıl Manastıra gidince genç rahibin elinden safranlı pilav yemek nasip olabilir...
Mardin'de doğup büyüyen ve uluslararası dev şirketleri arasında mekik dokuyan Zeynel Abidin Erdem ise Mardin'e kalben bağlı kalmakla yetinmiyor; maddeten katkıda bulunuyor. Bu konudaki bilgileri Marev vakfının başkanı İbrahim Özlem ve arkadaşları veriyor.
İstanbul, Ankara gibi büyükşehirlere göç eden Mardinliler 1990 yılında Marev Vakfı'nı kurmuşlar. Evlerin korunması, GAP suyunun Mardin ovasına getirilmesi, 600 öğrenciye burs verilmesi vs. vs. için çalışıyorlar. Vakfın üyeleriyle geçirdiğim birkaç saatte Mardinli Süryaniler, Kürtler ve Ermeniler'in birbiriyle olan saygılı ve sıcak ilişkilerini gıpta ile izledim. Bodrum'a yerleşen bir Mardinli öğretmen hanım, "Kilise çanları çalınca bütün kadınlar pilav yapma hazırlığına girişirdi. Erkek terziler evlerimize gelip provalarımızı yapar, ziyaretlerimize şapka takarak giderdik" derken gözleri doldu.