kapat
27.03.2001
Haber İndeksi
Yazarlar
Günün İçinden
Politika
Ekonomi
Dünyadan
Spor

Limasollu

Magazin
Astroloji

Para Durumu
Hava Durumu

Bizim City
Sizinkiler

Sarı Sayfalar
İstanbul

Cumartesi Eki
Pazar Eki

Künye
E-Posta
Reklam
Arşiv

A T V

Win-Türkçe
ASCII

Finansinvest
 
HAŞMET BABAOĞLU(hbabaoglu@sabah.com.tr )

Güzelim sinema ve uyduruktan Roma!

Sinema salonunun ışıkları yanıp perdede filmin son yazıları geçmeye başladığında herkes donup kalmıştı. İçinden öyle geldiği halde eşine dostuna "Bu hafta sonu gecesinde ne olur bana dövüş filmi seyrettirmeyin" diyemeyip zoraki uyum göstererek filme gelen kadın seyirciler bile yerlerinden kıpırdayamıyordu...

Bir masaldı seyrettikleri...

Bizden; İstanbul'da, Taksim meydanına çok yakın bir sinema salonundan epeyce Doğu'ya düşen bir masal...

Ama herkes için çok etkileyici bir rüyaydı aynı zamanda ve birbirinden apayrı dünyalara ait elli küsur insan birlikte görmüştük bu rüyayı...

Ang Lee'nin filmi "Kaplan ve Ejderha"yı kastediyorum.

O an düşündüm ki, değil bu topluluk, yıllardır birlikte uyuyan sevgililer bile aynı rüyayı görmüyor; aynı rüyayı paylaşamıyor...

Oysa sinema ne kadar müthiş bir şey!

O karanlıkta, birbirine tümüyle yabancı insanlar dikkatle perdeye gözlerini dikiyor; aynı anda, aynı fantaziyi paylaşıyor...

Yetmiyor... Kayıp kimliklerimizi de orada buluyoruz.

Bir film üzerinde anlaşmak, hayatta anlaşmak sayılıyor bazen.

Birinin beğendiği filmi beğenmemek bazen kişisel özgürlüğümüzü, bazen de zorlama özgünlüğümüzü ifade etmenin en zararsız ama en parlak yollarından biri olup çıkıyor.

Birine "Seni Ayşe'ye benzetiyorum" dediğinizde bozuluyor; ama elbette "Sende hep bir Gwyneth Paltrow edası bulmuşumdur" dediğinizde hafiften hoşuna gidiyor; bu benzetmenin ardında "nazenin, yapmacık, babasının şımartılmış kızı" sıfatlarının bulunup bulunmadığını çoğu kez aklına bile getirmiyor...

Ah, sinema seni sevmemek, sana hayran olmamak mümkün mü!

Başka ne var insanları bu kadar sıcak biçimde birleştirip, bu kadar zarifçe birbirinden ayırabilen!

ooo

73. Oscar ödüllerini de "idrak ettik!"

Severim Oscar'ı... Oscar tahminlerini; aylar öncesinden başlayan "Oscar'lık performans" muhabbetini severim.

Fakat "beş altı bin kişinin oyuyla seçiliyor filmler, bu en iyi oylama" diyenler gibi de kendimi olmayacak havalara sokmam!

Son yıllara bakıyorum da kızıyorum hatta..."Amerikan Güzeli" önünde yere serilecek kadar eğilen bu binlerce kişinin "Fight Club"ı ve "Eyes Wide Shut"ı göremeyecek kadar "aşağıda" kalmasını bağışlayamıyorum...

Zaten Oscar jürisini, sizin bizim gibi insanlar olarak görmemeli.

Öyle bir promosyon bombardımanına tutuluyorlar ki, zavallılar serseme dönüyorlar: Bu yıl Sony "Kaplan ve Ejderha" filminin jüriye tanıtımında kuralları çok zorlamış ve herkesi isyan ettirmiş. Geçen yıl da Miramax'ın, tanıtım broşürleriyle Hollywood sokaklarında çevre kirliliğine yol açtığı bile iddia edilmişti.

Sonra Oscar, yalnız ödüllerden ibaret değil. Törenin şamatası, ödüllerin kime gideceği merakı kadar önemli.

İçinde modacıların da yer aldığı, medyanın ekmek yediği müthiş bir endüstri Oscar...

Yeri gelmişken belirteyim ki, gitgide "Fahriye Abla" havası taşımaya başlayan Julia Roberts için yalın ve şık giysi seçimi hoş sürprizdi!

Russell Crowe'un "cesur olun, her şeyi başarırsınız" yollu ödül konuşmasında içimden "böyle iç bayıcı palavralardan nasıl oluyor da bıkmıyorlar" diye geçirdim elbette. Sonra Crowe'un düşük kaşları ve eğik başına bakıp belki de sinema hayatının en talihli anını yaşadığını düşündüm. Bu fırsat bir daha kolay kolay ona gelmezdi!

"Gladyatör" beş Oscar aldı. Tabii asıl olanı, En İyi Film Oscar'ı...

Umurumda değil!

Amerikan Film Akademisi'nin yollarından bazıları Roma'ya çıkar, tamam da... Bu Roma çok uyduruk!

Ne "Spartaküs"ün inceliklerini taşıyor bu film, ne de "Ben Hur" görkemini... Epik bir film olduğu bile söylenemez, uzaktan biraz andırıyor, o kadar! (Ben yönetmen Ridley Scott'ın "Blade Runner"ında takılıp kalmışlardanım zaten.)

Yani...

Sonuçta bu iş de bitti.

Aklım 14 nisan'da başlayacak bizim film festivalde.

Hayat dalgasını geçiyor
Geçen haftadan iki notum var:

Türk Dil Kurumu saymanlarından birinin kurumu dolandırıp "götürdüğü" paralarla iki pavyon açtığı yazıldı gazetelerde! (Merak ettim, TDK acaba "pavyon" sözcüğüne Türkçe bir karşılık bulmuş muydu?)

Ama en çok geçen haftanın Cumhuriyet Kitap Eki'nin kapağını görünce sarsıldım.

Milliyet Sanat Dergisi'ni 29 yıl çıkarttıktan sonra görevine son verilen Zeynep Oral'la söyleşi yapılmış. Oral başına gelenin açıklamasını ararken "herhalde modası geçmiş değerleri savunduğum için" diye hafiften dalgasını geçiyor. Peki bu söyleşiye başlık atanlar ne yapmışlar?

Başlık şöyle: "O bir gazeteci, o bir yazar, o bir kültür insanı o bir... Zeynep Oral."

Sen misin "modası geçmişlik"ten söz eden, sen misin popüler kültüre burun kıvıran! Onlar insanı en "tutucu" köşelerde bulup yakalıyor.

 
Sabahonline'nın değişen tasarımını nasıl buldunuz?

Eskisine göre çok beğendim
Eskisi daha iyiydi
Farketmez

 


Copyright © 2001, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır