  
Ekonomide kurtuluş savaşı
Geçtiğimiz hafta gazetelerde yer alan bazı ilanlar dikkatinizi çekmiş olabilir. Özellikle ticaret ve sanayi odalarının yayınladığı bazı mesajlarda içinde bulunduğumuz durum ile Kurtuluş Savaşı arasında bağlantı kurulmaktaydı. Şimdiki ekonomik mücadelemizin -Kurtuluş Savaşı'nda olduğu gibi 'dış güçler' eliyle değil - kendi hatalarımızla şekillenen bir krize karşı olduğunu yeniden idrak ettim.
Gerçekten de bugünlerde kendi içimizdeki yolsuzluk, usulsüzlük ve mantık dışı uygulamalara karşı savaş vermekteyiz. Bu süreç Sayın Derviş'in kabineye katılmasıyla başlamadı. Vatandaşın yolsuzluklara duyduğu tiksinti, hükümetin bu konuda ciddi çalışmalar yapmaya başlamasıyla, kamu ve özel sektörde çalkantılara yol açtı. Kamuoyunun son zamanlarda özellikle Cumhurbaşkanı'mızın kişiliğiyle özdeşleştirdiği 'hukuka saygılı ve dürüst' nitelikler ön plana çıktı. Türkiye'nin kaderine bakın ki, içinde bulunduğumuz son krizin tetiğini çeken isimler, siyaset sahnesinin en 'temiz' isimlerinden Ecevit ve Sezer.
Tüm bu gelişmeleri siyasi, ekonomik ve toplumsal bir yeniden yapılanma süreci ışığında değerlendirmek lazım. Evet, çok hata yapıldı. Bu hükümetin de hataları oldu. Ancak ne yolsuzluklar, ne de bankacılık sektörünün zayıflıkları bu hükümet zamanında başlamadı. Krizin kökünde, Cumhuriyet'in devletçilik yaklaşımıyla, 80li yılların 'iş bitirici' kültürünün bir sentezi yatmakta. Tek parti dönemi de dahil olmak üzere ülkemizde 78 yılda 58 hükümet kuruldu. Kısa süreli ve gücün çok dağıldığı iktidarlarda, uzun dönemli politika üretmek adeta imkânsızlaşıyor. Popüler politikalara yönelinerek günün kurtarılması ve seçmenlerin memnun edilmesi ön plana çıkıyor. Bu mekanizmanın esiri olan ülkemizde, bugün mecburen başvurduğumuz 'rasyonel olanı yapma' dürtüsüne fazla prim verilmiyor. Ta ki, yumurta kapıya gelinceye kadar...
İşin acı tarafı şu ki, ekonomideki rasyonelleşme sürecinin böylesine gecikmesinde suçu bulunmayanlar da bu dönemde çok yara alacak. Ücretli kesimin durumu ortada. Dürüst iş sahiplerinden bazıları da vergilerini, kredi borçlarını ödeyemez duruma gelecek. Çalışanlar, başarısız olmasalar bile işlerini kaybedebilecek. Bu aşamada 'verimlilik' tezini ortaya atanlar var. Bir bakıma haklılar; işletmeler ancak karşılığını alabileceği yatırımları yapınca ayakta kalabilir, aksi taktirde yok olabilirler. Elenen işlerden bir kısmı bu prensibe uymadıklarından dolayı küçülebilir veya kapanabilirler. Ancak her işletme yatırım kararlarını belli pazar ve piyasa varsayımlarına göre alır. Oysa şimdiki ekonomik resimde, bu minimum yol göstericilerin yatırımcıyı yanıltmış olduğu göze çarpmakta. Yerli-yabancı, direkt veya portföy yatırım ayrımı olmaksızın, bu durum yatırımcıyı Türkiye'ye küstüren bir unsur olarak kırmızı alarm veriyor.
Sayın Derviş'in kariyerinin bu döneminde böylesine riskli bir işi kabul ederek Türkiye'ye dönmesi beni umutlandırıyor. Diyorum ki, 'herhalde bir çıkış yolu bulunabilir yoksa bu işi kolay kolay kabul etmezdi.' Türkiye'nin onyıllardan beri yanlış yörüngeye oturtulmuş ekonomik yaklaşımlarını bir çırpıda değiştirmek mümkün değil. Ancak hepimizin 'aklın yolu bir' bazı ortak müştereklerde biraraya gelebileceğini düşünüyorum. Bu açıdan bakıldığında, kendi 'zaaf ve hatalarımıza' karşı vereceğimiz savaş epey fedakârlık gerektirecek gibi.
|