'Beğenmeyeceğim' gibi bir önyargıyla gittim filmine. Ama yüzümün sağ tarafı ağladı, sol tarafı güldü. Oyuncuların yetkinliğine, hikayeye, işleniş biçimine, abartılara, göndermelere, buluşmalara bayıldım. Eline sağlık...
Sen de entelektüel faaliyet içerisinde bir insansın. Bazı eleştirmenler nasıl oluyor da filmden bu kadar "çirkin ve iğrenç" bir şey olarak bahsedebiliyorlar? Onların görmedikleri ne? Sinema eleştirmeni değilim. Kalp kapakları kapalı olmayan, sıradan bir seyirciyim. Ben Komiser Şekspir'de gerçekçi bir Türkiye manzarası, zeki bir kurgu gördüm. Sonuncu kareye kadar ilgim dağılmadı. Salya sümük çıktım dışarıya. Sana başka ne gibi seyirci tepkileri geldi?
Her tür seyirciden tebrik aldım. Komplekssiz insanlar sinemadan çıkıp telefon açıyorlar, yolumu kesiyorlar, faks gönderiyorlar. Seyirciyi güldürdüğümü görünce mest oluyorum. En acılı durumlarda bile bende bir gülme oluyor. Bu filmde daha çok ağlatabilirdim. Kendimi tuttum. Seyircinin neşeye ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.
Asıl kafanı taktığın şey resmi ideoloji galiba...
Tabii, bu hamasi, kendini beğenmiş resmi ideolojiyle kafa bulayım istiyorum. Atatürk'ün, Türk bayrağının ve camilerin arkasına saklanıp nutuklar atan ve bu üç kavramın arkasında bir soygun düzeni kurup kasım kasım kasılanlara taktım. Ben reklam filmi yaparak daha çok kazanıyorum. Sinemayı sırf inandığım şeyler için yapıyorum. Büyük de risk alıyorum yani. Seyirci tutmasaydı şu anda 1.5 milyon dolar içerdeydim.
Sen aslında siyah-beyaz bir adamsın, öfkelisin, keskinsin...
Çok mu keskinim? Ben aslında daha light, daha flu bir hayat yaşamak istiyorum. Beni, ülkenin sorunlarının aramızda konuşuluyor olması çıldırtıyor. Arkadaşlarımızla eğleneceğimize memleketin dertlerini konuşuyoruz.
Kendini nasıl besliyorsun?
Beslendiğim yerin adı "bireycilik". Bireyin dünyada eşsiz bir şey olduğunu, toplumların unutabileceğini, bireyin asla unutmayacağını, ancak bireylerin mutlu olabileceğini düşünüyorum. Toplum denen, cansız gövdesiz bir varlık. Türkiye'de herkes kafasında yarattığı dünyayı yaşıyor. Halbuki dünyayı olduğu gibi algılamak lazım ve ben kendimi bazen bu ülkenin sorunlarını çözerken buluyorum. Hani yarın deseler ki "Gel Sinan, başbakan yapıyoruz seni, çöz lan şu ülkenin sorunlarını" hemen bir liste çıkarıp verebilirim.
Komiser Şekspir'de bütün öykü, asık yüzlü devletin, karakolda milletiyle buluşması. Sert, katı, acımasız resmi ideolojinin, önce kraliçe kıyafetine bürünüp, sonra da tamamen oyuncularla bütünleşmesi. Devletin sivilleşme sürecini anlatıyorum ben aslında. Ve seyirci anlıyor bunu.
Devletin, milletiyle buluşması yakıcı bir özlem.
Evet. Karakoldan dayak sesleri gelirken provalar yapılmaktadır. Prens, prensese diyor ki, "Sevgili prensesim, ormanın huzurlu sesini duyuyor musun?" Komiser Kadir de çağırıyor Mahmut'u, "Bana bak. İçerdeki sesler nedir?" diyor. O da "İlgileniyoruz" diyor. "Hayır" diyor "ormanın huzurlu sesini duymak istiyorum ben" Milletiyle dövüşen devletin yerini artık milletiyle barışmış, hizmet eden devletin alması gerektiği fikrindeyim. Ve bu mesajı bazı yazarlar algılamadı. Buna "fikir kırıntıları" dedi bir tanesi.
Kadir'e boka bakar gibi bak dedim, istediğim adam oldu
Senaryo siparişinle mi yazıldı?
Prensi oynayan Mesut Ceylan, Leman'dan kopup gelmiş. "Sinan Abi" dedi "bir tane komiser var. Oğlu var. Oğlanı meşhur etmek için Pamuk Prenses, Yedi Cüceler'i hazırlayıp TV'ye çıkmak istiyorlar." Beni bir tek şey etkiledi. Karakolda Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler'in oynanması. "Bunu git yaz gel" dedim ve o anda bunu film yapmaya karar verdim. Tevfik Başer'e ve Mustafa Altıoklar'a bahsettim. Tevfik Başer dedi ki "Hiçbir baba oğlunu cüce yapmak istemez. Ancak bir kız olursa, bir prenses olmak isterse mantıklı olur."
Mustafa Altıoklar da dedi ki, "Kız kanser olsa, babası onun hayata bağlanması için böyle bir şey yapsa, daha mantıklı olmaz mı?" "Mustafa yaşa!" Senaryo aşamasında Müjde Ar dedi ki "Hiç mi bu karakolu kontrol eden yok?" Komiser Selahattin, bandoyla geri yollanıyor ya.
Onu aslında Selahattin Duman oynayacaktı galiba.
Evet. Selahattin "Romantik" filmimde komiseri oynuyor. "Ben artık bu polis rollerinden sıkıldım. Bana enteresan bir rol ver" dedi. "Hayvanı oynar mısın?" dedim, "ceylan var ya, öldürüyorlar, kalbini kraliçeye götürüyorlar."
Senaryo yazılıp yırtılıyor..
Kabul mercii yönetmen olduğu için alıyorum, atıyorum. Bir-iki ay çalıştık. Tamamını çektikten sonra okudum.
ğru. Senaryoyu ben sette kameramla kuruyorum. İstiyorsa onu Dostoyevski yazmış olsun, eğer sinematografik hale gelmiyorsa ki gelmeyen bir sürü şey vardı. Mesela 30 sayfa, prens için at arıyorlardı. Bu sahnelerin tamamını attım. Atmak yaratıcı bir şeydir.
Rodin'e sormuşlar, "Nasıl yapıyorsun bu heykelleri?" diye "Kocaman bir taş parçası alıyorum ve fazlalıklarını atıyorum" demiş.
Ben ruhumu koymadan hiçbir şey çekemem. Bir oyuncu elini kaldırıyor diyelim, aslında sen kaldırtıyorsun onu.
Oyuncunun başarısını hiç değilse yüzde elli- yüzde elli kırışsan?
Oyuncunun başarısı yüzde yüzdür ama onun arkasında yönetmen vardır. Oyuncu yaptığı şeyle senin filmine bir hediye sunar. Senin dediğini anlayıp yapan oyuncunun kâbiliyeti ona aittir ama orada senin yaptırma yeteneğindir asıl. Doktor Kadir İnanır'a kızının kanser olduğunu söyleyince, o eski refleksleriyle, ağlayarak oynadı. Bu ağlamaya çok karşı çıktım. Suratındaki ifadenin dibe gitmesini istedim. "Ağlama! Boka bakar gibi bak" dedim. Ve o rol kesen Kadir İnanır gitti yerine Sinan Çetin'in istediği adam geldi.
Kadir İnanır'a negatif duygular besleyen pek çok seyirciyi bu filmde onu sevdiren şey senden mi geliyor?
Kadir İnanır çok büyük bir aktör olmasaydı beni algılayamazdı. Bu filmin yönetmeni başka biri olsaydı Kadir İnanır orada Derman Bey'deki gibi oynardı. Ben Taksim'de dağılma sahnesini çekerken, Allah Allah, neden çekemiyorum oldum. Okan Bayülgen yürüyor... Arkada kuşlar, bir sürü sahne var, çekmem lazım. Prodüksiyon gelip final sahnesi için "Ferhan Şensoy tiyatrosunu bulduk, Ses Tiyatrosu olur mu?" diyor. Birden hissettim: "Tiyatro sahnelerini iptal ediyorum. Filmi TV stüdyosunda bitireceğim."
Bunu senaryoyu okurken düşünemiyor musun?
Düşünemem. Oyuncular AKM'nin duvarındalar hani, cezaevinden evvel, onu çekerken gördüm: Ana film bitmiş burada. İçeriden bakmasam göremem. Dünyada hiçbir senarist de göremez, ancak bunu yönetmen görür.
Başka renk giyince çıplakmışım gibi oluyorum. 15 yıldır, bir gün sarı, bir gün pembe giyeceğim gibi derdim yok. Başka rengi üstümde görünce "Bu kim?" diyorum.
Monogam bir adam mısın?
Kızlara bakarım. Hem kötü bakarım. Elimde değil. Flörtöz bir insanım.
Bu, evliliğini nasıl etkiliyor?
Rebekka'nın bir sözü var: Dışarıda acıkacaksın, evde doyacaksın diye.
Dışarıda atıştırdığın da oluyor galiba.
Ben ev yemeklerine bayılırım.
Yalancısın.
Yalancı mıyım? Dürüstlük, yalan söylemeye gerek duymayacak kadar başarılı olmaktır. Dürüstlüğü satın alırsın. Başarıyı asla. 10 senedir, reklam filmi çekmekten kendime güvenim geldikten sonra, dünyanın en dan dun konuşan insanı oldum. Hiç yalan söylemeden yaşıyorum. Bu bana büyük bir konfor. Çünkü yalan söylemeye ihtiyaç duymayacak kadar kendine güveniyorsun. Aslında dürüst insan yok, başarılı insan var.
NURİYE AKMAN