Sistem paramparça oluyor. Dün MGK'da yaşanan, devlet merkezinde ağır bir kriz başlatan tartışmalar tek cümleyle böyle özetlenebilir.
Toplumun değişim isteğini dışladıkça, siyasetin içine kapanıp krize düşmesi, bir süre sonra siyaset krizinin yönetim krizi üretmesi ve yönetim krizinin devlet krizine dönüşmesi kaçınılmazdır. Türkiye bunu bile bile yaşıyor ve son safhaya doğru hızla ilerliyor.
Nitekim Sezer'in, basına yansıdığı kadarıyla zamanlama ve tavır olarak anlaşılması zor çıkışının ve bu durumun Ecevit tarafından kamuoyuna yansıtılmasının ilk faturası ortada: yaklaşık 7 milyar dolar akşamüstü saatlerine kadar merkez bankasından çekildi ve yurt dışına çıktı; faizler yüzde 80'lere fırladı.
Ecevit, sorumluluğun Sezer'e ait olduğunu söylüyordu. Sezer'in üslubu ve zamanlaması elbette tayin edicidir. Ancak daha tayin edici olan gelişme, bu krizin kamuoyuna Sezer değil Ecevit tarafından açıklanması, krizi ülkenin ve ekonominin, Başbakan'ın ağzından öğrenmesidir. Bu çerçevede sorumluk doğrudan doğruya Ecevit'e dönmektedir.
Yaşanan gerginliğin çok ciddi bir "siyasi faturası" da var. Siyasi faturayı kavramak için önce ülkeyi kuşatan "yönetim krizini" iyi anlamak gerek.
"Yönetim krizi" birbirine sıkça "karıştırılan" iki ayrı yön taşıyor.
Birinci yön şu: Demokrasinin "militerleşmesi", siyaset alanının daraltılması ve "devletleştirilmesi"yle ortaya siyasi bir boşluk çıkmış; asker tarafından yaratılan bu boşluğun yine asker tarafından doldurulması, fiili durumları ve kaos ortamını beslemiştir. Bu ortamda MİT'in, yüksek yargının, Dışişleri'nin ve askerin iç çatışmaya, uyum bozukluğa işaret eden tutumlarıyla sistem, "gizli bir blokaj"ın ocağına düşmüştür.
İkinci yön ise bu çerçevede yaşanan güçler arası bir "taraflaşmaya ve taraflar arasındaki çatışmalara" işaret etmekte, "yönetim krizi"nden "devlet krizi"ne geçiş eşiğinin altını çizmektedir. Bu ikinci yön, son dönemlerde hükümeti ve bazı siyasi partileri merkeze alan yolsuzluk tartışmalarıyla, kollama ya da salt belli odakların üzerine gitme görüntüsü veren ve taraflaşmayı azdıran, askerin de içinde olduğu yolsuzluk operasyonlarıyla, işin asli yönünü geçmiş ve öne çıkmıştır.
MGK'da yaşanan gelişmeler yönetim krizinin bu ikinci yüzüyle ilgilidir.
Cumhurbaşkanı'nın YÖK atamalarından bu yana hukuku aşan "siyasi bir duruş" benimsemesi, Devlet Denetleme Kurulu"nu, hükümeti denetleme hattında kullanmaya kalkması, haklı ya da haksız, bir güvensizliği ve çatışmayı yaratmış, Ecevit'in karşılık olarak bir "kriz politikası" benimsemesiyle sorun derinleşmiş ve bir "devlet krizi" patlamış, yani "blokaj ötesi bir çatışma dönemi" başlamıştır...
Olan ortadadır: Sistem parçalanmakta ve geri dönülmez bir noktaya ilerlemektedir.
Nitekim karşımızda bugün iki büyük sorun var: İlk sorun MGK'nın işlevidir. MGK'nın son zamanlarda genişleyen eylem sahası da dikkate alınırsa, bu çatışma çerçevesinde işlevsiz kalması; orduyu yeni araç arayışlarına iter. Bu durum sistemi "demilitarize" etmez, tersine "militerleşme"nin dozunu arttırır.
Siyasetin yolsuzlukların merkezinde olduğu gerekçesiyle Sezer'in siyasete yönelik dışlayıcı tavır alması ve devlet içinden alternatif üreten tutumu, dolaylı olarak, siyasi alanı daha da daraltacaktır ve bir doğru, bir yanlışı beraberinde getirecektir. İkinci sorun da budur.
Çatışma yoğunlaşırsa, Sezer'in arkasındaki destek onun yıpratılmasını imkânsız kıldığı ölçüde, gerginlik hükümetin ayakta kalmasını zorlaştırır. Bu durum Cumhurbaşkanlığı'nı ve orduyu aynı potaya sokar ve ülkede ara rejim hükümetleri dönemi açılır.
Nitekim Türkiye özellikle ikinci noktaya hızla yaklaşmaktadır.