


Korumacılar ve korur gibi yapanlar..
Dünya üzerinde İngilizler kadar muhafazakar bir millet yoktur.. Hele konu çevreyse.. Tüm Londra'yı dolaşın.. 100 yıl evvelki fotoğraflara bakın.. Ayni yapıları, ayni yerde görürsünüz..
Hannover Caddesi diye çok romantik bir aşk filmi izlemiştim. İkinci Dünya savaşı pilotu savaş sonu sevgilisini aramak üzere Londra'ya geldiğinde hemen onun yaşadığı sokağa koşar. Gördüğü, bombalarla taş üstünde taş kalmamış bir yıkıntıdır. Sokak yok olmuştur.
Filmi çok sevdiğimden ilk Londra seyahatimde, doğru bu caddeye gittim. Hannover Caddesi savaştan önceki haliyle aynen duruyordu. İngilizler planlara ve fotoğraflara bakarak, caddeyi birebir yeniden inşa etmişlerdi.
Bu örneği, İngilizlerin, tarihlerine, anıtlarına ve çevrelerine ne kadar bağlı olduklarını göstermek için verdim..
***
White City Stadyumu, 1908 Londra Olimpiyatları için inşa edilmişti. Zamanının Avrupanın en lüks, en büyük stadı ve tesisi idi.
Wembley, dünyada stad denince ilk akla gelen isim, futbolun Mekkesi idi.. Bir futbolcu için Wembley'de oynamış olmak bile büyük bir olaydı.. Wembley, İngilizlerin göz bebeği, efsanesi idi..
Bugün 1908 Oyunlarının stadı White City nerde?.
Bugün 1948 Oyunlarının stadı, dünya futbolunun Mekkesi Wembley nerde?..
White City yok.. Wembley düm düz edildi, yeniden inşa ediliyor, tepeden tırnağa..
Hannover Caddesini eskisinin aynisi yeniden inşa eden o muhazakar, o anıtları dünyada en çok koruyan millet İngilizler, Wembley'i niye yıktılar?..
Çünkü korumacılıkla, ahmaklığın çok ayrı şeyler olduğunu biliyorlardı.
Çünkü, Stadyumlar, "Anıt" değildi. Olamazdı. Onlar yaşayan, yaşama ve çağa uyması gereken yapılardı.
O köhne haliyle artık ülkenin başına bela olmaya başlamış Wembley, günün koşullarına ve bugünün seyircisinin konfor isteklerine göre yeniden yapılmalı, 40 yılda bir oynanan maçlarla yaşamı mümkün olmadığından, büyük seyirci isteyen her türlü sosyal ve kültürel etkinliğe uygun bir planla temelden itibaren yeniden inşa edilmeliydi.
Karar alındı. Wembley'le ilgili çok duygusal TV programları yapıldı. Enfes yazılar yazıldı. Herkes anılarını anlattı. Ama hiç kimse "Bu leş Londra'nın göbeğinde kalsın. Çünkü anıt" demedi. İngilizler anıtı ve ahmaklığı ayırd edebiliyorlardı dedik ya..
***
Dünyanın bir ucunda, yeni bir Olimpiyat Stadı yapıyoruz. Yolu yok. Yordamı yok. Bu yıl açılacak. 80 bin seyirci herhalde gökten zembille inecek. Yeni stadı yapılana kadar maçlarını burada oynaması, Galatasaray'a nerdeyse bedava teklif edildi. Galatasaray kabul etmedi.. "Buraya kim gelir" diye..
Oysa İnönü Stadı, dünya çapında bir doğal dolma, boşalma konumundaydı. Bir yandan İstanbul'un otobüs ve metro dağılım merkezi Taksim'e yürüyüş mesafesindeydi. Önünden geçen yoldan, bir tarafta Sarıyer, öte yanda Avcılara kadar sahil yolu vardı. Tam karşısındaki iskeleden Maltepe'den Anadolu Kavağı'na denizden gitmek mümkündü. İnönü Stadında geçmişte 38 bin kişi toplanmış, maç bitiminden 10 dakika sonra stad etrafında tek kişi kalmamıştı.
İnönü Stadı bu mükemmel konumu ile çok konforlu 60 bin kişilik bir Olimpik Stada dönebilirdi. Televizyon devrinde de 60 bin yeterli rakamdı. Daha büyük stadlar arttık, dert, bela oluyorlardı.. Mimarı Muzaffer Bil, yeni planları da yapmış, Kapalı Tribünü Maçka sırtlarına dayayarak, yolu tribün altına almıştı..
Yıllarca uğraştı. Başaramadı.
Çünkü İnönü Stadı dokunulmazdı. Çünkü İnönü Stadı anıttı..
Öyle bir anıttı ki, etrafında leş gibi tezgahlarda, at, eşek etinden köfte satabilir, ama, maça gelen bir ailenin, sağlıklı bir McDonalds yemesine izin verilemezdi.
Türk medyasının işi, temelle değil, abesle iştigaldi..
Bir deli bir kuyuya bir taş atıyor, sonra, başta Anıtlar Kurulu, sonra medya, sonra yöre belediyesinin en akıllıları o delinin peşine takılıyorlardı..
Bir Londra'ya bakın..
Bir İstanbul'a..
Hangisi korunmuş?..
Sonra bir Wembley'e bakın.. Bir de İnönü'ye..
Anlayın.. Kafa farkını çok iyi anlayın..
İngiliz "İnsan"ı koruyor. İnsan için korunması gerekeni koruyor..
Türk kafası ise "İnsan"ı unutmuş.. "Taş"ı koruyor. Niye koruduğunu bilmeden..
Asıl koruması gereken İstanbul göz göre göre yok olurken, İnönü Stadını "Anıt" ilan edip McDonalds'ına savaş açmayı "Entelektüellik" sandığından..
Hala "Niye Londra öyle de, İstanbul böyle" diye dövünmüyorsunuzdur sanırım!..
SEVDİĞİM LAFLAR
Eğer bir gün yolunuzu kaybederseniz bir çocuğun gözlerinin içine bakın. Çünkü bir çocuğun bir yetişkine her zaman öğretebileceği üç şey vardır; Nedensiz yere mutlu olmak, her zaman meşgul olabilecek bir şey bulmak ve elde etmek istediği şeyi-var gücüyle dayatmak.
Paulo Coelho (beşinci dağ'dan)
(Teşekkürler Nustun)
Bir Tavsiye
Yıllar sonra, bir kez daha, Tavariş
Yıllar önce, buz gibi soğuk bir kış gecesi, Paris.. Champs Elyees'de, Zafer Anıtı'na yakın sokaklardan birinden otele doğru saptık.. Biraz ötede loş ışıklarla aydınlatılmış dar bir kapı dikkatimizi çekti. "Etoile de Moscou", bir Rus kabaresi..
Ani bir kararla kapıyı çaldık.. Ortayaşın çok üzerinde, uzun siyah elbiseli bir kadın zarif bir biçimde bizi karşıladı.. Bordo kadife perdelerin arasından yine bordo kadife döşemeli küçük bir salona aldı.. Kalabalık değildi. Küçük bir çigan grubu masaların arasında hafif bir yemek müziği yapıyor, bir kaç basamak yukarıda balkonumsu bir sahneden orkestra onlara eşlik ediyordu..
Başka bir dönemden kalma, bambaşka bir atmosfer..
Üstelik, mönüde Rus mutfağının en güzel yemeklerinden örneklerin yanısıra bir de süpriz, Türk Kahvesi¥ Türk Kahvesi adıyla..
İçim ısında, keyiflendim.. Az sonra masaya uğrayan kemancılar, Türk olduğumuzu da öğrenince, önce Aman Adanalı, ardından Katibim.. Bir çoşku, bir heyecan..Biri rahmetli Celal Bayar'ı soruyor.. Diğeri Karpiç'i, Ankara Palas'ı, Park Oteli, Büyük Kulübü.. Meramını anlatacak kadar Türkçe bilenler bile var aralarında.. Rusya'dan yola çıkmışlar, Ankara, İstanbul'da çalışıp para biriktirerek gelmişler Paris'e.. Bir anda restoranın en hatırlı müşterileri olup çıktık..
Nefis bir yemek, çok otantik enfes bir show programından sonra ışıklar karardı.. Vakit gece yarısı.. Pistin ortasına bordo kadife örtülü büyük, yuvarlak bir masa, masanın üzerine ışıl ışıl yanan mumlarıyla koskoca bir gümüş şamdan kondu.. Restoranın sahibi olduğunu sandığım çok aristokrat görünüşlü, çok yaşlı ve ciddi tavırlı bir adam, sağında bizi kapıda karşılayan hanımla masaya gelip oturdular.. Sonra diğer çalışanlar da yerlerini alınca, nedense bana bir "şükür ayini" izlemini veren, ilahi benzeri melodiyi hep birlikte müthiş bir disiplin içinde söylediler.. Işıklar aydınlandı.."Gece sona erdi", diye düşünüyordum, ki masaya, "gitmememizi, gecenin bundan sonraki bölümünün davetlisi olduğumuzu" bildiren bir not bırakıldı..
Sonra salon boşaldı. Daha doğrusu müşteriler değişti.. Temiz, itinalı, mütevazi bir gurup geldi.. Ortaya hazırlanan uzun masanın etrafında yerlerini aldılar.. Filmlerde görüp romanlarda okuduğumuz türden bir gece başladı.. Çaldılar, söylediler, dans ettiler, şakalaştılar, çok gerilerde kalan bir nostaljiyi doyasıya paylaştılar.. Kim olduklarını hiç bilmediğiniz bu insanlarla inanılmaz bir saygı , zarafet ve samimiyet içinde harika bir gece geçirdik..
İşte o gece, "Herhalde", diye düşündüğümü hatırlıyorum, "Granddüşes Tatiana'yla Prens Mikael Aleksandroviç Uratiyef, gerçek olsalardı, büyük üniformalarını giydiklerinde, Paris'te böyle bir geceye katılıyor, olurlardı"..
***
En arka sıradan zar zor iki bilet buldum. Salon tıklım tıklım.. Hem de her yaştan seyirciyle Tavariş'i içeride, dışarıda, sinema da dahil olmak üzere kaçıncı kez izliyorum, bilmem..
Bence, en unutulmazı Haldun Dormen ve Ayfer Feray'ın rol aldıkları 'Şahane Züğürtler'di.. Ama bu kez Devlet Tiyatrosu bulvar komedisi oynarsa, nasıl oynar, onu gördüm..
Muhteşem..
Eser, Fransız oyun yazarı Jacques Deval'in.. 1917 Devrimi sonrası Rusya'dan kaçan Prens Mikael ve karısının fukaralıktan, Paris'te sonradan görme bir ailenin yanına uşak ve hizmetçi olarak girmelerini hikaye ediyor.. Ali Hürol sahne'ye koymuş..
Dekorundan kostümüne, ışığına kadar dört dörtlük.. Ya oyuncular? Prens Uratiyef'te Altan Gördüm, Granddüşes Tatiana'da Ayşe Atak, zengin burjuva karı koca Dupont'larda Rengin Samurçay ve Savaş Tamer, komünist bakan Goroçenko'da Murat Gökçer olağanüstüler. Aslında oyunda herkes olağanüstü.. Zeynep Aytek, Cengiz Uzun, Neşet Erdem, Kurtuluş Şakirağaoğlu, Orhan Aral, Yasemin Karataş, Ayla Alevok, Ferhunde Hürol.. Hepsi, hepsi harikalar..
Ali Hürol ve yardımcısı Ahmet Türkoğlu'nun oyunun kitapçığında söyledikleri gibi:
"Sadece halkın seveceği , anlayacağı, alkışlarıyla ödüllendireceği bir oyun.."
Şubat'ın son haftasında tekrarlanacak.. Ben de bir daha izleyeceğim..
. . . . . . . .
Tavariş'i, Ankara'da Serpil Gogen bizler için izledi ve yazdı.
TEBESSÜM
Fıkra Yıldırım Tuna'dan:
"Hayatım harika bir gece geçireceğiz üç tiyatro biletim var!" demiş genç adam nişanlısına..
"Üç biletmi? kim için?"
"Annen Baban ve erkek kardeşin için..!"
Abbas!..
Abbas gene yollarda.. 2001 yılını da açıyoruz. Yol, bildiniz, İspanya'nın Coruna kenti. Orada Corunaspor, ya da İspanyolca adı ile Deportivo la Coruna ile (Deportivo, spor demek) oynayacağız..
Galatasaray'ın her maçında forma değiştiren Fenerli dostlar da artık akıllanmış ve Galatasaray'ın duacısı olmuşlardır herhalde..
Avrupa diye İnönü ve Ali Sami Yen'den öte gidemiyorlar, yıllardır. Galatasaray'ı yenince, "UEFA Şampiyonunu yendik" diye yollara dökülüyorlar.
Geçen hafta İstanbul nasıl naftalin kokuyordu, farkettiniz mi?.. Fener bayrakları sandıklardan çıktı da.. 4-4 berabere kaldılar diye..
Şimdi "Allah bize Şampiyonlar Ligi Şampiyonunu da yenmeyi nasip etsin" diye dua ediyorlardır mutlak..
Cumaya kadar kapalıyız, yani..
BİZİM DUVAR
Ecevit yerli arabadan şaşmıyor. Yakında şöyle ilanlar göreceğiz. "Başbakanlıkdan satılık Doğan"
Başbakan eşi bayandan Şahin