Belirli bir yaşa gelmiş insanlar; geçmişteki yılların, yaşadıkları günlerden çok daha güzel ve iyi olduğunu iddia eder dururlar.. Onlara göre gitgide bozulmuştur her şey...
Hemen hemen yeryüzünde belirli bir yaştaki tüm insanları kapsayan bu kanı; gerçekte, zamanla enerjisi azalan kişinin, bir yandan gençliğini özlemesi; bir yandan da, belleğinin eski anıları süsleyip püslemesidir...
Kişinin gelecek kaygılarından yoksun, kendine güvenli ve umut dolu dönemlerinin ortamı; umut edilecek pek bir şeyin kalmadığı ve yaşam parantezinin kapanmaya doğru gittiği dönemlerin ortamından, çok daha çekimli ve büyülüymüş gibi görünür insana...
Bu, bir aldanıştır.
Bir anda geçmiş, yeniden yaşanmaya başlasa; geçmişin özlemini çekenler şaşırıp kalırlar; yollar bu kadar çamurlu muydu, insanlar bu kadar rüküş müydü, dükkanlar bu kadar döküntü müydü, diye...
Türkiye'nin de şimdiye dek, bu kadar kötüleşmediği iddiaları yaygın mı, yaygın... Oysa Türkiye, her zaman çağının çok gerisindeydi. 1960'larda adam başına düşen ulusal gelir birimi, 400 dolar bile değildi...
Ne var ki, Türkiye'nin gerçek yüzü, bugünkü kadar su üstüne çıkmıyordu. Ne televizyon vardı, ne bilgisayar, ne internet... Ankara'nın egemenleri de, bol keseden sıktıkları palavralarla; "Türk'e Türk propagandası yapmayı" abarttıkça abartıyorlardı..
Gazeteler de, satıştan yeterli kâr sağlayamadıkları ve Ankara egemenlerinin Ğkağıt, mürekkep, makine tahsisi gibi- desteğine muhtaç oldukları için; aynı doğrultuda sürdürüyorlardı yayınlarını...
Ne kimsenin, ulusal gelir dağılımındaki adaletsizlik uçurumlarından haberi vardı, ne de "yaşam kalitesi" açısından Kanada'nın kaç basamak altında kalındığından...
Sadece Ankara bir kez doğruyu söylemişti. O da 1939'da, İsmet Paşa'nın ilk başbakanı Dr. Refik Saydam'ın ağzından...
Dr. Saydam:
- Her işimiz A'dan, Z'ye bozuktur, demişti.
Gazi övgülerini beneklendirir diye; bir daha kimse bu sözün üstünde durmadı. Çünkü her türlü tutarsız kepazelik, Gazi övgülerinin arkasına saklanılarak yapılıyordu. Ve kimse saydamlaşmak istemiyordu. Ne Devlet Bankaları'nın geri dönmemiş kredileri getiriliyordu gündeme, ne hazine arazilerinin nasıl hapazlanmış olduğu..
En sık tekrarlanan söz, "Türk milletinin her zaman özgür ve bağımsız yaşamış olduğu" idi..
"Millet" kavramının, "aynı topraklar üstünde tarih, dil, kültür ve ekonomi açısından birlik oluşturmuş büyük bir insan topluluğu" anlamına geldiğini, -incelemek şöyle dursun- bilen dahi pek yoktu...
"Özgürlük" kavramına gelince...
1299'dan bu yana, Küçük Asya'da yaşayanların tümü, padişahların kulları, yani köleleriydi...
Ya peki "bağımsızlık" kavramı?
Astığı astık, kestiği kestik olan padişahlar mı bağımsızdı, yoksa onların kulları, yani köleleri mi?
1606 Zitvetoruk Antlaşması'ndan, 1923 Lozan Antlaşması'na kadar, belli başlı 55 antlaşma; madde madde gözden geçirildiğinde, "bağımsızlık" kavramının da, bir hayli havada kaldığı ve "hukukla ekonominin evrensel kriterlerinden kopukluk" anlamında kullanılmaya doğru bir yozlaşmaya uğradığı anlaşılıyordu.
Analitik bir tarih ve hukuk bilinci geliştirilebilmiş olsa... Dil birliği; anadilinin okuyup yazma boyutuyla da bütünleşmişlik olarak değerlendirilebilse...
Ve özellikle de saydamlıktan ürkülmese; biten yüzyıl boyunca her iki yılda bir, bir yazı adamı öldürülmese; binlerce kitap yasaklanıp toplatılmamış olsa...
Çok daha gerçek bir çağdaşlık yaşanabilirdi buralarda da...
Taş devrinden, uzay çağına nasıl gelindiğini kimse merak etmeyince... "Böyle gelmiş böyle gider" inancının çarmıhına da gerilince...
Türkiye'nin hiç bir zaman bu kadar kötüye gitmediği inancı yaygınlaşıyor...
Oysa ilk kez Türkiye kendi gerçeklerini görüyor ve çözüm aramaya başlıyor... Evrensel değişim, Türkiye'yi de daha çok sarmalayacaktır; hiç kuşkunuz olmasın...