Güdüler farklı olunca tepkiler de farklı oluyor. Cumhurbaşkanı Sezer, Esat Coşan'ın Süleymaniye'ye defnedilmesi için hazırlanan kararnameyi geri çevirmesine rağmen, prestijinden büyük bir şey kaybetmedi. Sözkonusu olan siyasetçilik değil, "hakemlik" olunca, "adalet duygusu" hırpalanmıyor, tepki sesleri yükselmiyor. Sezer'e yönelik destek açısından da durum aynı. Kimse Sezer'i "irticayla mücadele"nin bayrağı yapmaya kalkışmadı, kalkışamadı. Nitekim o da "sorunu" eşitlik ilkesinden yola çıkan bir mantık ve gerekçeyle "çözdü". 1982 Anayasası'nın "devrim kanunları"na işaret eden 174. Maddesi yerine, eşitlik ilkesini vurgulayan 10. Maddesi'nden yola çıktı.
Sezer açısından bakılır, sorun geleneksel siyaset açısından ele alınırsa, bu davranışın cesurca olduğu, popülizmden uzak bir tutum olduğu söylenebilir. Ancak böyle bir tahlilin Sezer'in kimliği ve duruşu açısından çok anlamlı olduğu kanısında değiliz. Doğru yorum; Cumhurbaşkanı'nın toplumun tümünü ilgilendiren, toplumun kutuplaşmasına vesile olan, üstelik ölümle ilgili olan kritik bir konuda verdiği kritik bir kararla, "çıplak siyaset"in karşısına bir kez daha "hukuk siyaseti"ni koyduğunu söylemek olacaktır.
Burada kilit kavram, "hukuk"tur, "hukuk siyaseti"dir. Sezer, farkında olarak ya olmayarak aslında hukuk mantığıyla bir oyunu bozmuştur.
Burası, tarikatların toplum nezdinde meşru olduğu, buna karşılık yasalar tarafından reddedildiği, yasaklandığı bir ülkedir. Tarikatların, devlet tarafından tehlike olarak görülmelerine rağmen aşırı devletçi bir zihniyet ürettikleri, üstelik birçok sağ partinin kurucu unsuru olmaya devam ettikleri bir ülkedir.
Bu içe içe girmiş çıplak gerçekler sadece "seyirlik ve ironik bir tablo" oluşturmuyor¥
Karşımıza "kaotik bir tablo" da çıkıyor¥
Bir kere bu çerçevede laiklik politikaları kevgire dönüyor; kevgire döndükçe sertleşiyor, yasağa rağmen "yaşayan"ı denetlemek için üretilen "asayiş politikaları"yla iç içe gidiyor. Sonuçta uygulamadaki laikliğin din karşıtı görünümü daha da pekişiyor.
Diğer taraftan devlet yaşayan tarikat ve cemaatleri yok saydığı, dini ve özel sahalara ilişikin hiçbir çerçeve, hiçbir düzenleme getirilmediği için; dini cemaatler ve kurumlar kamu sahasına zaman zaman kendilerinin bile kaygı duyduğu bir karmaşa içinde yayılıyorlar. Bu ortamda tarikatların birbirleriyle çatıştıkları, tarikat liderlerinin ruhbanlara dönüştüğü bir hareketlilik yaşanıyor. Bundan en çok rahatsız olanın İslami kesim olduğu açık. Örneğin pazar gecesi Kanal 7'de İskele Sancak programında yapılan bir ankette, "Tarikatlar gerekli midir" sorusuna verilen "evet-hayır yanıtları" yüzde 50 oranında bölüşülüyordu. İslami duyarlılığı yüksek bir kanal izleyicisinden gelen bu sonuçlar önemlidir ve sözkonusu rahatsızlığı ortaya koymaktadır.
Ancak hemen eklemek gerekir; bu tür rahatsızlıklar, asayiş tedbirlerine dönüşen laiklik uygulamaları karşısında anlamını kaybetmekte, ikinci plana itilmektedir.
Ve bu çerçevede kaçınılmaz olarak "yasal" ile "meşru" kavgaya tutuşmakta; en vahimi, hem dini hareket hem siyaset hem devlet açısından ilkesizlik üzerine ilkesizlik üremektedir.
Evet, toplumsal olan kendi işlevini bitirmedikçe yok olmaz, hele yok saymakla hiç yok olmaz. Toplumsal olanın çerçevesini çizmek kamunun işidir, denetim ve yönlendirme çerçeve çizmekle mümkündür. Çerçeve çizebilmek ise onun varlığını görmek ve kabul etmekten geçer. Türkiye'de olmayan da işte budur.
Sezer belki bu konularda adım atmadı, atamaz da. Ama attığı adım, bir ilkesizlik oyununu durdurmuş, kaotik durumu bir yanıyla sınırlamıştır.