kapat

05.02.2001
Anasayfa
Son Dakika
Haber İndeksi
Yazarlar
Günün İçinden
Politika
Ekonomi
Dünyadan
Spor
Superkupon
Magazin
Sabah Künye
Cumartesi Eki
Pazar Eki
Melodi
Bizim City
Sizinkiler
Para Durumu
Hava Durumu
İstanbul
İşte İnsan
Astroloji
Reklam
Sarı Sayfalar
Arşiv
E-Posta

1 N U M A R A
Sabah Kitap
Z D N e t  Türkiye
A T V
M i c r o s o f t
Win-Turkce US-Ascii
© Copyright 2001
MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.
banner
Cetin Altan(caltan@sabah.com.tr )


Haliç

Galata Köprüsü'nün Haydarpaşa-Kadıköy vapurlarıyla Boğaz vapurlarının kalktığı yönü, İstanbul dünyasının renkli bir mostralığı; Haliç vapurlarının kalktığı yönü ise, yine aynı dünyanın sanki küfe dibi kalıntısıdır.

Yirmi-otuz yıl önce Köprü'nün Marmara cephesiyle, Haliç cephesi arasındaki zıtlık; çok daha keskin bir siyah beyaz görünümündeydi. Saçları yapılmış, keklik adımlı genç kadınlar; şık erkeklerin yanında, Kadıköy vapurlarına doğru, deniz kokusunun bastıramadığı bir parfüm titreşiminin lezzetinde yürürlerken; bir ellerinde çelimsiz çocuklarıyla yeldirmeli ve çarşaflı tazeler, fakir giyimli kocalarının yanında; zembil, sepet, takke ve beyaz sakal hengamesinin Haliç iskelesine doğru ayrılırlardı.

Halklaşma sürecinde, çarşaf, sepet ve sakal, Kadıköy vapurlarına; losyonla, kravat ve kötü dikilmiş tayyör de, Haliç vapurlarına doğru az bir açılma yaptı. Eski siyah beyaz, ortaklaşa grileşmeye başladılar.

Geçenlerde Haliç'te oturanlarla, bir kaç avuç turistten başkasının ilgisini pek çekmeyen, mütevazi Haliç vapurlarının kalktığı iskeleye doğru yürüdüm.

Arkada kademe kademe yükselen üslupsuz binaların tepelerine oturtulmuş, büyük banka reklamlarıyla, firma reklamları; sağda burun buruna dizilmiş rengarenk camekanlı motorlar; solda şeftalalileri, kayısıları, erikleri, kavunları, karpuzlarıyla bir meyve sergisini andıran manav dükkanları vardı. Sonra tek kapılı resmi bürolar, bir kaç da Köprü altı lokantası...

Haliç vapurlarının yanaştığı yer, çarpuk çurpuk parmaklıklarla gelip geçenlerden ayrılmıştı. Parmaklıkların üstüne tebeşirle bozuk düzen yazılmış, vapur saatlerini gösteren kara bir tahta asılmıştı. Bazı saatlerin karşısında "Eyüp", bazı saatlerin karşısında ise "Tekmil" sözcüğü vardı. "Tekmil" her iskeleye uğrayan vapurları gösteriyor olmalıydı.

Vapurun gelişiyle gidişinde, hem kapıları açıp kapayan, hem de çımacılık yapan, tıraşı uzamış, çarpık omuzlu, kavruk bir memur, yırtık eldivenleriyle, yolculara:

- Vapur yolda bozuldu, ne zaman geleceği belli değil, diyordu.

Çarşaflar, yeldirmeler, yeşil takkeler ve beyaz sakallarla; renklerindeki alaca sönüklüğünü saklayamayan elbiseler ve birkaç turist, kümelenmeye başlamıştı çarpık parmaklıkların önünde...

Halatları tutmaktan patlamış eski eldivenleriyle, kavruk görevli:

- O kapı çıkanlar için, giriş kapısının önüne, diye bağırıyordu.

Kara tahtadaki tebeşirle yazılmış yordamsız rakamlar 12.15'i gösterdiği halde, saat yarımda bile henüz vapur görünmemişti. Yorulanlar dipteki tahta sıralara oturmuşlardı.

Parmaklıkların dibindeki büfeci kulubesine bilet yerini sordum. Bilet gişesi yoktu. Biletler vapurun içinde satılıyordu. Haliç, sıcak Temmuz gününün rutubetli pusluluğu içindeydi; mendil kadar yelkeniyle bir sandal gidiyordu ilerde. Motorlar bol mazot dumanı çıkararak manevra yapıyorlardı. Bir römorkör, çapkın bacasıyla koca bir mavnayı Köprü'nün altına doğru sürüklüyordu.

Kasketliler, şişmanlar, şaşkın ve öfkeli kocakarılar, elleri yağlı işçi çocuklar; sokak arası komşuluğunun, birlikte gitme vaadiyle gruplaşmış ortayaş hanımları; sakızlı kızları, azara doymayan ufak oğullarıyla, sıcağın altında kıpırdanıp duruyorlardı.

Ve karşıda Süylemaniye; kendi saltanatından yirminci yüzyıl sonuna arta kalmış bu fukara kalabalığına, buz gibi kayıtsız bir gururla; tahtından İstanbul'u seyrediyordu.

Derken arslan vapur göründü... Ne kaptan köşkü, ne üst güvertesi olan, garip bir motor azmanı gibiydi. Kıçındaki bir avuçluk açık sahanlık ve ortasındaki boşluğa birikmiş yolcularıyla, daha çok bir deniz müzesi kahramanına benziyordu. Boyundan büyük dumanlar savurarak yaklaştı, yaklaştı...

Açılan demir parmaklıklar, verilen iskele, çıkan yolcular...

Sonra çıkanlar için kapanan demir parmaklıklar ve girenler için açılan kapı...

Girdim vapura...Uydurma şantiyeyle çöplük; cüce tersaneyle batık mavna ve bol gemi kadavraları içinde can çekişen Haliç; pis kokusuyla su niteliğini çoktan yitirmiş yağlı ve zehirli bir sıvı uzantısının, doğal bir simgesi halini almıştı.

Kasımpaşa, Fener, Balat, Hasköy, Eyüp...

Haliç iskelelerinin; terkedilmiş camekanlı, ahşap görüntülerinde; Haliç mezbelesine uyan bir zavallılığın, buruk acısı var gibiydi.

Kırmızı sülyenle boyanmış çelik gemi gövdeleri, sökülen gemi iskeleleri, ardiyeler, depolar ve pislik, pislik...

Eyüp sırtlarının yüzlerce yıllık mezarlıkları bile bir hayli kelleşmiş görünüyordu.

Kıyıdaki bir kaç deniz kahvesinin tavlacıları, tüm dünyaya boşvermenin rahatlığında, zar şakırdatıyorlardı. Bir kıyıda partallar içinde bir ihtiyar, çömelmiş uyukluyordu.

Bir kaç sandal, bir kıyıdan bir kıyıya kürek çekiyordu.

Her iskelede inen çarşaflılar, sepetliler, takkeliler ve yine binen çarşaflılar, sepetliler, takkeliler...

Dönüşte vapurun kıç sahanlığında bir cümbüş başladı. Sünnet çocuklarını Eyüp'e götürmekten dönen Tophane'li aileler, ellerinde darbukalar, teflerle, oynak türküler tutturdular...

Kendi aleminin tornasından neşeli bir sağlamlıkla geçmiş; yüreğinin gücü, sadece gözlerinde yansıyan, mütevazi giyimli mahalle hanımları, "Çadırımın üstüne şıp dedi damladı" diye, darbukada akrobasi yapan parmakların ritminde, el çırpıyorlardı. Sekiz-on yaş kızları, omuzlarını, göğüslerini titreterek, güle oynaya göbek atıyorlardı.

Asık suratla tesbih çeken kocalarının yanında, cümbüşe katılamayan başörtülüler ise; peşpeşe dünyaya getirdikleri belli; boy boy çocuklarının durmadan ya ellerinden, ya kollarından çekerek:

- Hışt, doğru dur bakayım, diyorlardı.

Kucakta oturan çocuklar; denize bakmak isteyen çocuklar; oturmaktan canı sıkıldığı için mızıldanan çocuklar...

Ve sonra ellerinde armağan oyuncak tabancalarıyla, başlarında sünnet takkeleri, göğüslerinde ipekten sünnet maşallahları, oğlanlar; başlarına gelecekleri düşünmenin ekşiliğinde, sağa sola nişan alıyorlardı ve kadınlar korosu sürüyordu.

- Zühtü de Zühtü Zühtü...

Vapurun sahanlığında, ben de bir ara katıldığımı farkettim el çırpanlara.

Haitili tipinde genç bir kız; biraz açık, biraz kaçamak boyanmış dudaklarıyla, sahanlığa açılan kapının kıyısına dayanmış, dalgın gözlerle eğlenenlere bakıyordu.

Erkekler, kadın dünyasının eğlencesine hiç metelik vermeden; asık surat, devam ediyorlardı tesbih çekmeye.

Vapur yeniden Köprü'ye yanaşırken, hanımlar hepbir ağızdan;

- Tophane çok yaşa, diye tempo tutmaya başladılar.

Darbuka, darbukaya katılan tef ve göbek atan veletler...

- Ben sana yandım Zühtü...

Kıkırdamasını gizleyen ve sağa sola kayan çok bilmiş siyah kadın gözleri...

Bir yanda Galata Kulesi, bir yanda Süleymaniye...

Vapurun makine dairesinin dibinden sadece çıplak kollarıyla göğsü görünen sıska ateşçi... Giderken yer bulamadığımı sandığından, bana iskemle getiren efendi biletçi...

Eskiden de arada bir giderdim Haliç'e. Çünkü bilirdim ki Haliç'i yaşamadan, İstanbul'u yaşamanın anlamı daima eksik kalacaktır.

Not: 16 yıl önce yazılmış bir yazı... "Güneş"ten...

Yazarlar sayfasina geri gitmek icin tiklayiniz.

Copyright © 2001, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır