Saat sabahın 8'i...
Hava kapalı ve yağmurlu...
Yazı makinesinin başına geçmeden önce, önde gelen gazetelerin tümünü, baştan sona gözden geçirdim...
İç siyasetle ilgili haberler ve siyaset kavgaları ön plandaydı.
Sonra nedense aklıma 2 Ocak 2002 sabahı çıkacak gazetelerde manşetlerin nasıl olacağı geldi?
Sezinlediğim kadarıyla, özellikle genç meslektaşlar için, "gün bu gün, saat bu saat"di. 365 gün sonrası da, kimsenin umurunun teki değildi...
2 Ocak 2002 sabahı geldiğinde...
Acaba kimlerin hayatına zehirli yıldırımlar düşmüş olacak? Kimler kaybolmuş olacak yeryüzünden? Ve kimlerin hayatı ekonomik çıkmazlar içinde bir karabasana dönüşecek?
Önümüzdeki bir yıl içinde, şiddetli bir İstanbul depremi de; olur mu, olmaz mı acaba?
Ya kazara olursa?..
Çarpık yapılaşma sonucu; böyle bir depremde mevcut yapılardan yüzde 70'inin, yıkılacağı öngörülüyor şimdiden..
Kendi mesleğinde evrensel kriterlere uygun başarılar sağlama tutkusu yerine; iç siyasette bir paye kapma hırsıyla, çarpık yapılaşma arasında; sanki bir benzerlik varmış gibi...
Aşırı bir bedel ödemeden "pratik zekâ" ile "önemli kişi"olmak; yahut çürük çarık bir inşaatçılıkla köşeyi dönüvermek..
Hiç mi biribirine benzemiyor, bu tür demagojilere ve kurnazlıklara dayalı başarı eğilimleri?
Sanki kimse farkında değil, küreselleşme sürecinin Türkiye'yi de nasıl sarmalamaya ve saydamlaştırmaya başladığından...
"Gün bu gün, saat bu saat" kolaycılığıyla yüzeyselliği; çok ağır basıyor "gösterişçilik"e kapılmış bireylerde..
Önümüzdeki 20-30 yıl boyunca "pratik zekâ" yüzeyselliğiyle kolaycılığının, ne gibi bedeller ödemek zorunda kalacağını asla farkedemiyorlar...
Hiç bir zaman da farkedemeyecekler...
Geçenlerde Sami Kohen'le beraberdik.
İkimiz de, genç kuşakları bekleyen sakıncalardan korkuyorduk...
Hava da inadına kapalı...
Hiç kesilmeyeceğe benzeyen sinsi bir yağmur dışarda...
Islak kırmızı damlar ve sisler içinde Marmara..
Büyük bir fiyaskoyla ıskaladığımız 20. Yüzyıl boyunca da; "bilim" ile "politika" arasındaki fark, hiç mi hiç gelmedi Türkiye'nin gündemine..
Varsa yoksa politika...
Oysa "ulus-devlet" modelinin asılmaya başlanmasıyla birlikte; politika da eski önemini yitirmekte...
Durdurulmasına asla olanak bulunmayan "değişim"in öncülüğü, bilimcilerin eline geçmiş durumda..
Türkiye'nin Hazine'den geçinmeli üst düzey kadroları ise, omuz silkip duruyorlar bütün bunlara...
Öyle ya "gün bu gün, saat bu saat"... Bize ne 365 gün sonrasından, bize ne 20 yıl sonrasından...
"Değerliler" önemli; "önemliler"de değerli olmadığında...
Tarih, bir hamaset hipnozu olarak kullanıldığında...
Ve Osmanlı köylü taburlarını, II.Wilhelm'in Genelkurmayı'na vidalamak olanağı kalmadığında...
Soğuk Savaş yıllarının "donumuza kadar her şeyimizi Amerika veriyor" Pentagon'culuğunun da avantaları iyice azaldığında...
Ancak Adalet Bakanlığı'nın Bütçe'den aldığı payın, binde 7 olması sürüp gittiğinde...
Tek teselli, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in, "yasaların yönetilenler kadar, yönetenler için de geçerli olduğunu" hatırlatmasıyla; "saydamlık"tan yana olduğunu açıklaması kalıyor..
Bütün bunlar benim kuşağımın sorunları değil artık ama...
Madem ki, yazmayı hâlâ sürdürüyoruz; "yazı" ya layık olmaya çalışmak da; "yazı"yı, "Türk'e Türk propagandası" yapıp durmaya alet etmekten, çok daha kutsal bizim için.. Ne demek istediğimizi pek kimse anlamasa bile...
Saat sabahın 9.30'u...
Hava kapalı ve yağmurlu...