|
Padişahım, ne zor bir hayatın var imiş
Osmanlı İmparatorluğudöneminde "padişah" bütün ülkenin sahibi, ama özel hayatı sayısı dört yüzü bulan "içoğlan" kulları ve Harem'deki kadınları ile sınırlı...
Bilineni yinelemekte yarar var: Bir Yunan kolonisi olarak kurulan Byzantion, Bizans İmparatorluğu döneminde "Konstantinopolis"; Osmanlı zamanında ise "İstanbul" adını alıyor. 1994-1999 arasında İstanbul Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü'nün müdürlüğünü de yapan Stefanos Yerasimos, "Osmanlı Bankası" katkılarıyla "Tarih Vakfı Yurt Yayınları" arasında çıkan "İstanbul: İmparatorluklar Başkenti" kitabında Balkanlar'dan Kuzey Afrika'ya bütün Doğu Akdeniz'i kaplayan iki büyük imparatorluğa on altı yüzyıl başkentlik yapan İstanbul'un görkemini fotoğraflar eşliğinde yansıtıyor.
Bu "görkemli fotografi" içinde Osmanlı ülkesinin sahibi "padişah"ların özel yaşamı ilgiye değmez mi? O padişah ki, imparatorlukta yaşayanlar tebaası, saraydakiler ise "kul"ları olarak bilinmekte...
KİM BU KULLAR?
Tebaa bir yanda dursun, peki kim bu "kul"lar?
Yerasimos'un deyişi ile "Saraya esir veya cariye olarak giren, hiçbir zaman resmen azat edilmeyen, şehzade anası, hatta valide sultan olduklarında bile kendileriyle evlenilmeyen kadınlar... İçoğlanları, yani esir, köle veya taşradaki Hıristiyan ailelerden devşirilmiş çocuklar... Divan toplantıları için haftada dört kez sarayda toplanan vezirler ve öteki devlet ricali... Üç ayda bir maaş alan yeniçeriler... Saraydaki hizmetliler ve kayıtlarda ilk başta köle oldukları görülen saray zanaatkârları..."
Evet, bütün bunların hepsi padişahın "kul"u...
Yerasimos, "Ya padişah?" diye soruyor, "Bunca köleyle birlikte yaşarken, padişah özgür bir yaşam sürebiliyor muydu?"
Bu sorunun yanıtı, belki Yerasimos'un şu cümlelerinde olabilir:
"Padişahın özel yaşantısı, birbirine benzeyen, ama kesin olarak ayrılmış, geçirimsiz iki dünyada sürüyordu: İçoğlanlarının dünyası ile harem kadınlarının dünyası.
Bu dünyalardan ilki üçüncü avluyla sınırlandırılmıştı ve akağaların gözetimindeydi; kadınlar ise Harem'e kapatılmışlardı. Padişahın üçüncü avludaki yaşantısında üç yüz ile dört yüz içoğlan yer alıyordu. Bunların yarısı çıraktı; diğer yarısı da doğrudan doğruya onun hizmetinde bulunuyorlardı; en itibarlı kırk içoğlanı yaşamlarını Hasoda'da sürdürüyorlardı. Fatih Sultan Mehmed döneminde, bunlardan dördü padişahla aynı odada yatıyor ve hiç kımıldamadan gözlerini ona dikerek sırayla nöbet tutuyorlardı."
Bu içoğlanların görevleri ne idi?
İlki "silahdar" idi, yani padişahın silahlarından sorumlu. İkincisi "çuhadar", yani padişahın kürkleri, kaftanlarının bakımı ile ilgili. Üçüncüsü "rikâbdar", yani padişah ata binerken ayağını üzengiye geçirmesiyle, ayakkabısını giydirip çıkarmak ve ayakkabı bakımıyla görevli. Dördüncüsü "tülbent oğlanı" ise padişahın sarığı ile çamaşırlarına bakmakla yükümlü...
Bunların ardından ise şu içoğlanları geliyor: Anahtar oğlanı, berberbaşı, ibrik oğlanı, peşkir oğlanı, içki sunan "sâki", sofracı, "mastıcı" yani köpek bakıcısı, mastıcı oğlanı, duducıbaşı yani papağan terbiyecisi, tırnakçı, kahveci ve hilalci yani kürdancı... Bunların dışında belli bir unvanı olmayan yirmi içoğlanı daha var ki, bazıları bir-iki içoğlanın maiyetini oluştururken ötekiler Hasoda'nın temizliği ile ilgileniyor.
Hasoda'dakiler dışında bir de güğümcübaşı, kürkçübaşı, çantacı, sorguççu, kapmiyeci, peşkir gulamı, tüfekçibaşı, kaftancı gibi "Hazine" içoğlanları var ve bunların sayısı da altmış kadar...
Törensel hayat
Kilerden sorumlu içoğlanlarının görevleri de şöyle: "İlki padişahın ekmeğiyle, ikincisi suyuyla ilgileniyor, üçüncüsü bulaşıklarını yıkıyor, dördüncüsü padişahın kullandığı gümüş sofra takımlarını muhafaza ediyor, beşincisi yediği meyvelerle ilgileniyor."
Peki, bu kadar çok sayıda hizmetkârın bulunması bir dizi törenselliğe yol açmıyor muydu?
Onun da çaresi bulunmuş: "Bu kadar kalabalık bir ortamda yaşayan padişahlar, etraflarında daha dar bir ilişki çemberi de kuruyor ve bu dar çevrede kendisine eşlik etmek üzere seçtiği ve musahib olarak adlandırılan içoğlanları, cüceler ve sağır-dilsizler yer alıyordu."
Anlaşılan Osmanlı'da tebaa olmaktan ziyade, "padişah" gibi yaşamak daha da zordu galiba!
"Padişahım çok yaşa!" ama, pek de çekilir bir hayat olmasa bu..
REFİK DURBAŞ
|
Copyright © 2001, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır
|