Son günlerin tartışma yaratan temel siyasi meseleri, çıplak gözle görülen, güncel siyasi anlamlarının ötesinde bir duruma, köklü bir soruna işaret ediyor.
Sorun, sanıldığı gibi, sadece ülke adına alınması gereken kararlara, "genel doğrulara" ilişkin değildir. Aynı zamanda bu "kararların nasıl alınacağıyla ilişkili"dir. "Kararları alanların, meşruriyet-yetki-sorumluluk açısından hangi çerçeveye tâbi olduklarıyla ilgili"dir.
Türkiye'de bugün kararları alan, alması gereken merci değildir. Resim uygulama noktasında da aynıdır.
Nitekim ülkede tüm "blokaj"lar bu noktada yaşanıyor...
"Sorumluluk taşımayan yetkililer ile yetkiye sahip olmayan ama siyasi ya da hukuki sorumluluk taşıyan aktörler karmaşası", her geçen gün yeni bir çatışmayı besliyor. Bu ortam hukuku siyasallaştırıyor, yargı merciini başkaları tarafından bazı kişi ve durumlara biçilen cezaları onaylama kurumu olmaya itiyor, ideolojik baskı altında bırakıyor.
Anayasa Mahkemesi'nin geçen hafta yaptığı çıkışı yeniden düşünelim... Türkiye birkaç gün boyunca "bu çıkışın ilke ve demokrasi açısından doğru mu yoksa yanlış mı olduğunu" tartıştı. Gerçekten de cumhuriyeti kollamak ile demokrasiyi korumak arasındaki "ölümcül alaturka çelişkiyi" bir kez daha gözler önüne seren bu çıkış, demokrasi adına kabul edilemez bir durumdu.
Ama asıl soru, bu tür bir geleneğe sahip olmayan, bu tür çıkışlar yapmamış olan Anayasa Mahkemesi'nin neden böyle davrandığıydı?
Bu sorunun yanıtını geçen hafta vermeye çalıştık:
Kararı verilmiş dosyaların önüne konmasıyla zaten ağır siyasi baskı altında bulunan Anayasa Mahkemesi, parti kapatma konusunda tüm sorumluluğu kendisine yıkan bir duruma "endişe tepkisi" verdi. Parti kapatılmasını hukuki açıdan kolay, aritmetik bakımından zor kılan, bu çerçevede Anayasa Mahkemesi'nde dengeler de dikkate alınırsa FP'nin kapatılmasını imkânsız kılan bir düzenleme, yargıyı iki yönlü paniğe sürükledi: Bekleneni yerine getirememek ve bu durumda kurumsal değil kişisel olarak töhmet altında kalmak...
Bu durum, demokrasi açısından, bir üst mahkemenin açıklama yapmasından çok daha vahimdir. Otoriterleşme hastalığın genel halini değil, geldiği ve ilerlemekte olduğu safhayı göstermektedir. Yargıcı bile "gönüllü bir bürokrat"haline çeviren, kişileri nedef alan yarı cebri ideolojik baskı, bugün ülkede, "doğal" kabul edilir hale gelmiştir. Siyasi sorumluluk taşımayan yetkililerin siyasi varlık ve etkinlikleri toplum nezdinde her geçen meşrulaşmaktadır.
"Siyasi ve idari akort bozukluğu" ise sistemin ana damarlarının tıkanması, hemen her organıyla bloke olması demektir. Blokaj siyasiden askere, medyadan iş adamına herkesi kuşatınca, refah ve huzurda gerileme mutlak olur. Bir de, zihinler bu blokajın etkisine girerse, o zaman "siyasi, ekonomik ve toplumsal dekadans" kaçınılmazlaşır. "Devletin toplum tasavvuru"yla, "toplumun devlet tasavvuru" aynılaşmaya yüz tutar...
Siyasetin, her türlü tartışma, etkileşim ve talebin devre dışı bırakıldığı bir alana, devlet alanına hapsedilmesi; buna karşılık bu durumdan sorumlu kılınarak, her şeyin kurumsal tek günah keçisi haline getirilerek büyük prestij kaybına uğratılması arasındaki çelişki, böyle bir zihinsel blokajın sonucu değil midir?
O zaman ülke otoriterleşmekle kalmaz, aynı zamanda totaliterleşir.
Vatandaş neyse devlet o; devlet neyse vatandaş da o olur. Askeri siyasetçi haline gelir, yargıcı ise bürokrat...
Bu "ülkenin zihni" ne yazık ki, hızla bu hatta ilerlemektedir.