Televoleye yasak, aynayı taşlamaktır
Basında bir süredir yoğun bir Televole tartışması devam ediyor. Aslında bu programlar yayına başladığı günden beri eleştiriler vardı, ama işi tırmandıran MİT müsteşarı Şenkal Atasagun'un bir demeci oldu.
Atasagun, bu programların insanları komünist yaptığını öne sürdü ve tartışma bambaşka bir boyut kazandı.
MİT, tarihi boyunca komünizmle mücadele eden bir teşkilattı ve şimdi mücadele odağını Moskova'dan Televole'ye çevirmesi elbette önem taşıyordu.
Demek ki, komünizme karşı olan herkesin tehdit önceliğini Televole'ye vermesi gerekiyordu.
Doğrusu ben de Televole'nin insanı komünist yapıp yapmayacağını kendi kendime sordum.
Birçok komünist tanıdığım oldu. Hiçbiri ömürlerinde Televole seyretmemişlerdi.
Televole seyretmek otomatik olarak komünist olmaya yol açsa bu tür programların toplam ratingi ile Türkiye Komünist Partisi'nin tek başına iktidar olması gerekirdi.
Şaka bir yana, MİT müsteşarının kastettiği şeyi anlıyorum tabii:
Televole ve magazin programlarından ekrana yansıyan bütün bu düzeysizlik, hiçbir şey üretmeden tüketme salgını ve alabildiğine yozluk toplumda ciddi bir infial yaratıyor.
Ancak bu infiali önlemenin yolu herhalde Televole'yi yasaklamak değildir; bu aynayı taşlamak olur.
Çare, eğlenceyi yasaklamak da değildir; bu da diktatörlük olur.
Çare, herkesin gönlünce eğlenebileceği daha adil bir düzeni yaratabilmektir.
İşte insan, asıl bunu önerince komünist olur.
Televole'den korkmayın, o insanı komünist yapmaz; tersine, komünizme yönelme tehlikesi bulunanların aklını çeler.
İKİNCİ BAHAR
Kaybeden kim?
Galiba İkinci Bahar'ın en büyük başarısı "bitmesi" daha doğrusu "zamanında çekilmeyi bilmesi" oldu.
Özellikle koltuk düşkünü siyasi liderler yüzünden bu "normal" özellik toplumda öylesine bir "erdem" niteliği kazanmıştı ki, "sündürülmeden sona eren" İkinci Bahar, vakitsiz ölmüş bir popüler yıldız gibi efsaneleşti.
Diziye ilişkin söylenebilecek pek az şey kaldı.
Genellikle üzerinde birleşilen teşhis şu: Dizi bize, paranın en büyük değer sayıldığı bir dönemde, kaybettiğimiz manevi değerleri, iyiliği, dürüstlüğü, dayanışmayı, insan sıcaklığını, komşuluğu anımsattı.
Ancak bu özellikler bazı benzer dizilerde de dile getirildiği halde neden İkinci Bahar'daki kadar etkili olmadı?
Burada dizinin fikir babası Yavuz Tugrul'dan Türkan Şoray'a, Şener Şen'e, yapımcı Mustafa Oğuz'a ve ışıkçısına, makyözüne kadar bütün ekibin emeğinin, titizliğinin altını çizmek lazım.
Sosyal antropolog arkadaşım Doç. Tayfun Atay, diziyi birlikte izlerken şu yorumu yaptı:
"Dizi, kaybolan değerleri nostaljik bir 'Neydi o eski günler' havasında sunmadı. Tersine, bugünkü modern hayat içinde dahi bunları yeşertmenin mümkün olduğu umudunu aşıladı. Başarısının sırrı biraz da bu umuttadır."
Bu yorum, Prof. Ünsal Oskay'ın Türkan Şoray için yaptığı yoruma denk düşüyor. O da Şoray için "her gün biraz daha kopup uzaklaştığımız bir dünyanın güzelliklerini taşıyarak erişmeye çalıştığımız modern hayatta başarıya ulaşmış bir kadın" yorumunu yapmış ve "Bu geçiş sürecinde yaşadığımız sarsıntılarımızı azalttı" demişti.
Belki de o yüzden Türkan Şoray bu diziye tam oturmuş ve -Perihan Mağden'in yazdığı gibi- dizinin başarısında en büyük payı üstlenmiştir. (Mağden'in daha önce Türkan Şoray'a 40'lı yaşlara ayak basar basmaz evine çekilip hayatının sonuna kadar gizlenen Greta Garbo'yu örnek gösterdiği ve "ayrılmayı bilmenin erdemi"nden söz ettiği için pişman olduğunu umuyorum)
Dizi bittiğinde gözyaşlarımızı ovuştururken Tayfun "Bu bir ütopya" dedi; "...artık böyle bir mahalle, Ali Haydar gibi dürüst adamlar olmadığını, hayatın tamamen paraya endekslenip maddileştiğini biliyoruz. Biraz da onun için ağlıyoruz ya... Kaybeden tek kişi Neriman değil bu dizide... Bir de biz varız".
Tayfun bunları söylediği sırada ekranda İkinci Bahar'ın hediyelik eşyalarını nerede bulabileceğimiz yazıyordu.
Gölgede bir kadın...
Televizyonlar Thilda Kemal'in ölüm haberini verirken baktım, yayınlayabilecekleri kısa bir görüntüsü bile yoktu.
Tesadüfen Yaşar Kemal görüntülenirken O'nun arka planda göründüğü bir film bulunmuş, görüntüsü oradan büyütülmüştü.
Gazeteler için de öncelikle "Yaşar Kemal'in 50 yıllık eşi"ydi o...
Bir de "Abdülhamit'in baş tabibi Jak Mandil Paşa'nın torunu..."
Oysa biyografisine bir göz atanlar, onun 17 kitabı Türkçe'ye kazandıran bir edebiyatçı, İngilizce, Fransızca, İspanyolca bilen bir çevirmen, 12 Mart'ta Azra Erhat ve Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte yargılanıp hapis yatmış bir entelektüel olduğunu görebilirlerdi.
Thilda Kemal, kendi birikimini gizleme pahasına yıllar yılı eşine siper olmuştu...
Gazetelerde, televizyonlarda yayınlanan Thilda'yla ilgili haberler, bana Berat Günçıkan'ın "Gölgenin Kadınları" (Yapı Kredi Y. 1995) kitabını anımsattı.
Birlikte oldukları erkeklerin gölgesinde kalan, ama her biri kendi başına bir ışık kaynağı olan kadınları anlattığı kitabında Günçıkan şöyle yazıyordu:
"Bu kadınları diğerlerinden ayıran sadece sanatçı oluşları değil. Daha çocukluklarında kendisini gösteren kişilik özellikleri, ironileri ya da kederleri, aile içi ilişkileri onları özel kılıyor. Gölgesinde kaldıkları erkeklerle ilişkilerinin 'tercih' oluşu, bu tercihi de 'aşk'ın belirlemesi ayırıcı diğer ortak özellikleri..."
Dev bir çınarın gölgesinde yarım asır geçiren Thilda Kemal, ölümüyle medya gözünde ışığa çıktı.
Işık içinde yatsın...
candundar@superonline.com
|