Türkiye gibi, sistemin militer özelliklere sahip olduğu, devlet ve devletçiliğin her daim ağır bastığı, siyasetçiye bırakılan alanın şaşırtıcı oranda dar olduğu, özgürlükler rejiminin çok ciddi sınırlar ve sıkıntılar taşıdığı ülkelerde; her değişim iklimi, korkulara, tepkilere ve çatışmalara yol açar.
Böyle dönemler değişim rüzgarının esmesi kadar, sistemin otoriter özelliklerinin kökleşmesine de zemin hazırlar.
Formül hep aynıdır:
Devlet değişimin taşıyıcılığına soyunur, daha doğrusu değişim kadar, bu değişimden gelecek ve sistemi altüst edecek unsurları, "tehlikeleri" bertaraf etmeye girişir ve asker öne çıkar.
Türkiye işte böyle bir dönemden geçiyor.
Son dönemlerde terazide değişimden çok otoriterleşme ağır basıyor.
Bir yanda, madalyonun bir yüzünde "rejim meselesi" var.
Ülke, askeri otoritenin, kendisine mevzuat tarafından sunulan ve aslında başlı başına "askeri nitelikli rejim" görüntüsü veren yetkilerle yetinmediğine tanık oluyor. MGK'nın işlevinin genişlemesi, bu kurumun temel karar organı haline dönüşmesi örneğinde olduğu gibi asker yetkilerini daha aktif hale getiriyor.
Bu da yetmiyor...
Enformel yolları zorluyor, asker.
Bir siyasi parti gibi hareket ediyor. Son enerji operasyonunda olduğu gibi kamu kurum ve kuruluşlarıyla doğrudan ilişkiler kuruyor, uygulamaya soyunuyor.
Kamuoyunun önüne "siyasi efendi" olarak çıkıyor. Her açıklamasıyla, içeriği ne olursa olsun, bu konumunu tahkim ediyor. Bu genel tablo içinde askerin "belli olaylarda geri adım atması" anlam taşımaz hale geliyor. Hatta her "geri adımı" bir "ileri adım" takip ediyor.
Aynı bugünlerde olduğu gibi...
Geçen gün atılan "zorunlu geri adım", Harp Akademileri Komutanlığı'nda yapılan bir toplantıda askerin dile getirdiği, "AB'ye girmek istiyoruz, ama bu koşullarla değil; Katılım Ortaklığı Belgesi'nde yer alan kültürel haklar, anadilde yayın ve eğitim şartlarıyla Türkiye bölünmek istenmektedir..." görüşüyle bir anda tersine çevrildi.
Madalyonun diğer yüzü de tam bu noktada beliriyor.
Bu nokta yeni iç dengenin üzerine oturan siyasetle ilgilidir. Daha doğrusu, toplumun beklentilerini, hatta bizzat kendisini devre dışı bırakan, "millileştirilen ve devleştirilen makro siyasetle" ilgilidir.
Gerek formel gerek enformel kanallarda, asker, bu konunun tek yetkilisi haline dönüşmüş durumda.
Öylesine ki; AB üyeliği değişimden hareketle siyaseti, hatta toplumu ikame ettiği oranda; siyasete ilişkin ana çatışma ekseni de askeri otorite-Batı şeklinde ortaya çıkıyor. Türkiye'deki sivil otorite bu çerçevede bağımlı bir değişken haline düşüyor.
Bu akıl almaz bir durumdur...
Bugün bu makro politika, AB modeline, yani çok-kültürlü bir toplumsal yapıya, sivil ve çoğulcu bir siyasi yapıya, rekabetçi bir ekonomik yapıya hayır demektedir.
Toplumdaki farklılıkların eşit ve adil şekilde bir arada yaşamasına, devletin hukuk vasıtasıyla farklılıklara eşit mesafede durduğu kadar, onları birbirine eşit mesafede tutuğu çağdaş demokrasi anlayışına hayır demektedir.
Peki kim adına?
Üstelik bu "hayır" deyişlerin sonucu bellidir. Bu, toplumun çeşitli taleplerinin siyaset mecrasından çıkması, huzurun kaybolması ve ülkenin dibe vurması demektir.
Evet, siyasi iktidarın kendi alanını koruması yetmiyor. Bugün mesele siyasete sahip çıkabilmektir, sistemi sivilleştirebilmektir.
Bilin ki, demokrasi alınan siyasi kararların temsil yoluyla meşruluk kazanması, yetkililerin aynı zamanda sorumlu olabilmesi, gerektiğinde hesap vermesi demektir.