Yazdığım doğruydu...
Elimi uzanıp tutarken, hiç duraksamadan dudaklarından bu sözler döküldü.
Bütün kıvrımlarını tanıdığı bir eli tutar gibi tutuyordu sağ elimi.
Birkaç gün önce cep telefonuma gönderdiği mesajı kastediyordu.
Floresan yeşili ekranda beliren mesaj kısacıktı: "Korkacak bir şey yok!"
Şimdiyse halimiz tuhaftı.
Mor bir geceden çırılçıplak bir sabaha geçmekteydik.
Şehrin 70 kilometre güneyinde, deniz kıyısındaki salaş bir lokantada oturup kalmıştık. O ayakkabılarını çıkarmış, gecenin nemini taşıyan kumlara basıyordu. Bense ahşap iskemlemin verdiği rahatsızlığı çoktan unutmuş, gökyüzündeki insanı sarhoş eden renk değişimine bakıyordum.
Fısıldar gibi, neden onu aramadığımı sordu ve yineledi: "Korkacak bir şey yok!"
Neden aramamıştım, neden mesajını yanıtlamamıştım?
Açıklamak zordu.
Evinden kaçar gibi uzaklaştığım ve kendimi şehrin kordonboyundaki bir otel odasına zor attığım geceyi hatırladım. Aklımı başıma toplamaya çalıştığım saatlerde telefonumun kulak tırmalayan mesaj uyarısına aldıramazdım.
Ardından gelen günlerde de aldırmadım. Kalbimin çarpıntısını tanırdım ama korkmak başka bir şeydi; korkmuyordum...
Şimdi...
Bu sabah...
Burada da... Nasıl anlatabilirdim ki, bir erkek kendisine "Seni seviyorum" diyen bir kadına sırf bu yüzden "budalaca" bir yakınlık duyabilir ve bu aşka dönüşebilirdi...
Nasıl anlatabilirdim ki, beni durduran, önümü tıkayan, keyfimi kaçıran durum kadınların "Onu sevebilirim" diye düşüne düşüne, bir ağda kıvamını buluncaya kadar sürdürdükleri aşk hesapçılığıydı...
Elimi avuçlarında sıkıyordu. Canımı acıtmak ister gibi...
Dudaklarını kulağıma yaklaştırdı: "Ne yani! Şu anda, buracıkta bitecek mi? Hiç başlamadan..."
Ağzımı açmamaya kararlıydım.
Sadece ufka bakmayı, üzerindeki buharı yavaş yavaş atıp belirginleşen çizgiye bakmayı istiyordum...
Bir de, onun dudaklarının kenarındaki tahriş izlerini andıran pembe noktalara bakmayı... Nasıl da öpücük yağmuruna tutulmayı bekliyorlardı!
Asıl korkuyorsam bundan korkuyordum: Hiçbir şeyi açıklamadan, derdimi tam anlatamadan, onu öpüp dönüşü olmayan yola girmekten korkuyordum...
Balıktan yeni dönen lokantanın sahibi mutfağa girdiği gibi tabağı çanağı devirdi de, gürültüyle kendime geldim.
Elimi avuçlarının içinden kurtardım. "Bak" diye girdim söze: "Beni durduran bilmek! Bir ilişkinin başını, ortasını, sonunu bilmek. Her şeyi daha başlamadan kestirebilmek!"
Daldı. Başını eğdi.
Ayaklarını ağır ağır kumlara sürtüyordu.
"İnsan kendini şaşırtmayacak ilişkilere girmez mi?"
"Girer... Fakat ardından gelen kaderin hınzır adımlarını işiterek..."
"Nasıl bu kadar emin olabilirsin?"
"Emin olduğum şey şu; beni şaşırtışın ya ihanet olacak ya da ihaneti andıracak!"
Yaşlı lokantacı masaya çay, haşlanmış yumurta ve bir tabak zeytin getirdiğinde sustuk.
Gözlerinde biriken yaşları belli etmeden silmeye çalıştığını farkettim.
Şehirdeki tanıdıklarımın hepsi onun "güçlü ve sert kişiliği"nden övgüyle söz ederdi. Birini şöyle sorarken işitmiştim: "Merak ediyorum, bu kadında anne olmanın yumuşaklığına tanık olmuş Allah'ın kulu var mıdır?"
Gerçekten de, güçlü görünmek için özel bir çaba göstermezdi; ama güçsüz görünmekten hiç hoşlanmazdı. Şimdi gözyaşlarını saklamak için ne yapacağını şaşırmıştı.
Tahta masanın bacağından yukarı tırmanan karınca ordusuna bakarak kendisini toparladığını; iradesini yenilediğini hissetim. Ardından çayından bir yudum aldı ve gözlerime baktı. En derinlere...
Adım gibi biliyordum ki, içinden "Sen kendini ne sanıyorsun be adam!" demişti, bir an için... "Seni izledim, seni düşündüm, seni istedim. Ama bu bana ait bir şey. Sen kendini yorma!"
O anda anladım. Dönüş yoktu.
Bundan kolay vazgeçmezdi. Değişikliği benim yapmam gerekiyordu. Ben de onu izleyecek, düşünecek, isteyecektim...
Hava ısınmıştı.
Yeni doğan güneş ortalığı kavurmaya hazırlanıyordu.
İkinci bardak çay da ağzımdaki yumurta tadını silememişti.
Karıncalar çoktan masanın üzerine çıkmış, hedeflerine doğru ilerliyorlardı.
Çantasından şık bir defter ve kalem çıkardı. Not aldı.
"Ne yazıyorsun?"
"Bugünün tarihini. O kadar!"
Kalktık. Arabanın kapısını açtım. Aklım ayakkabılarımın içini dolduran kumlardaydı.
Tam kafasını eğip içeri giriyordu ki, durdu...
"Öp beni!"
Dediğini yaptım.
Ardından anlatacaklarım "ölümden sonra hayat"a giriyor...