Ara ara toplumca duvara gelip çarparız.
O zaman anlarız: Gerçekte "Benim hayatım" denilen şey yoktur, bu hayat hepimizindir...
O zaman anlarız: Hepimiz birbirimize borçluyuz, hepimiz birbirimizden alacaklıyız.
O zaman anlarız: İçinde yer aldığımız toplumun baskın ideolijisi ara sıra "Bu senin hayatın" dediğinde gerçeği söylemez, sadece bir teselli verir. Bir parça da olsa ruhumuzu okşar; birey olma arzumuzu kışkırtır. Ama o kadar!
İşte o dönemlerden birinden geçmekteyiz.
Duvara çarpmanın travmatik etkisini, sarsıntısını, sersemliğini yaşıyoruz bir yandan da.
İçinde doğup büyüdüğümüz kalabalığın gitgide bürokratik bir canavara dönüştüğünü biliyoruz. İliklerimize kadar yaşıyor, hissediyoruz bunu.
Ama bu kalabalıktan gerçek bir toplum yaratmadan yaralarımızın sarılmayacağını da yavaş yavaş anlıyoruz.
Buradan geri dönüş yok!
Uzun yıllar boyunca kendimizi (paçamızı) kurtarmanın hayallerini kurmaya teşvik ettik birbirimizi. Yine böyle oyalanabiliriz.
Ancak ne vurduğumuz voliler, ne kurduğumuz bencil kurtuluş hayalleri bizi birey yapmaya yetmedi.
Böyle derme çatma temeller üzerinde birey olunamazdı zaten...
Gücü eline geçirenin zevklerinin bütün toplumun zevkleri olduğu, güç sahibinin canının sıkıldığı günlerin bütün toplumda yas günleri ilan edildiği bir ortamda bireyin hazları, bireyin arayışları, birey olmanın incelikleri devede kulak kaldı hep...
Şimdi madem toplumca duvara çarptık...
Artık basmakalıp şairaneliklere, hamasi siyasal örtülere, uyduruk kutsallık iddialarına aldırmamayı öğrenmeliyiz...
Artık geçmişimizin zenginliği kadar sefaletini de görecek kadar cesur ve yücegönüllü olabilmeliyiz...
Artık seçilip önümüze konmuş "kabadayılara" öfkemizi kusup rahatlamayı bırakmalı, sırtımızı sıvazlayan her "dayı" karşısında yelkenleri suya indirdiğimizi farketmeliyiz...
Artık tehditi piyasa ekonomisi kılanlara hayranlığımızı terk etmeliyiz...
Artık yanlışlarımızı itiraf etmenin bizi mutlaka küçülteceği ve doğrularımızı sabah akşam davul zurnayla ilan etmenin bizi mutlaka büyüteceği inancından yüz çevirmeliyiz...
Buradan başlarsak, bir gün "artık çok geç!" diyerek sızlanmayacağımıza eminim.
Güldüşün Fıkraları'nın (Remzi Kitabevi) en hoş yanı alfabetik ve tematik bir dizilişle düzenlenmesi. Gelin, kitaptan kısacık bir fıkra okuyalım.
"Bir ala-baba-balık yavrularını toplamış, insanların türlü hile ve tuzaklarından korunma yollarını anlatıyormuş ki, yukardan inen bir serpme ile kendisini ağın içinde bulmuş.
Islak gözlerle n'olduğunu soran yavrularına durumu açıklamış:
-Tepeden inme tabir edilir, çaresi yoktur."
Müzik medyasının sol eğilimli yazarlarına göre "nefret silahını fütursuzca kitlelerin üzerine yöneltmiş biri..."
Amatör işi psikanalize sevdalı Amerikalı yorumculara bakılırsa "Okuldayken siyah arkadaşlarından çok dayak yemiş, eve geldiğinde ailesince hırpalanmış bir çocuğun intikamı!"
Doğrusu, yenik düşmüşlüğü barışçılık sanan mızmızların yanında saf tutmam... Sert şarkı sözleri, öfke, şiddet filan hemen itmez beni, hemen içim bulanmaz... Üstelik keratanın son albümü "Restless"daki hemen her şarkının müziğine bayılıyorum.
Ama bu kadarı da olmaz! Şarkı sözlerine biraz kulak verdiğinizde şaşırıyorsunuz: Bu kadar cinsiyetçilik, bu kadar ırkçılık ve böyle küstahça dile getirilen nefret karşısında insan donakalıyor...
Eminem'den son haber şu: Ağzı burnu kırılıncaya kadar süren dayaklara dayanamayıp kaçan karısı Kim Mathers kocasına geri dönme kararı almış. Aklıma "Don't Approach Me-Sakın Yaklaşma" adlı şarkısındaki şu sözler geliyor: "Özel yaşamıma ait anlarımı beş dakika daha uzatabilsem/elimdeki bıçakla karımın hesabını göreceğim."