Necati Cumalı da, yeryüzünden geçişini bitirdi. Geride bıraktığımız 20. Yüzyıl'ın henüz ortasına bile gelmediğimiz dönemlerdi.
Ben, 22 yaş sandalının küreklerini çekiyordum; o da 28'in, yahut 29'un...
Nerde tanıştığımızı tam hatırlayamıyorum; Şükran Lokantası gecelerinden birinde olmalı...
Gerçi Necati; Cahit Sıtkı gibi, Fethi Giray gibi, Suphi Taşhan gibi, Mehmet Kemal gibi, Şahap Sıtkı gibi, Fahir Ersoy gibi, sürekli her akşam aynı saatlerde gelenlerden değildi Lokanta'ya..
Ancak o da, uğrardı arada sırada...
Hayatta hiç kahkaha atmayı, hatta gülmeyi denememiş gibi ciddi bir hali vardı..
Zaten Şükran Lokantası'nın o yıllardaki solcu ozan ve yazarları; neşeli nüktelerle, espri füzelerinden bir hayli uzak bir ciddiyetteydiler; üstlerine perde örtülmüş gizli devlet adamları gibi..
Kafalar çekildikçe karşılıklı öfkelenmeler hariç tabii..
Necati Cumalı'nın Nurullah Ataç'a adadığı "Günaydın" şiiri, pek ünlüydü o günlerde... Belki biraz da, "Garip" akımının uzantılarıyla:
Günaydın tavuklar, horozlar
Artık memnunum yaşamaktan
Sabah erkenden kalktığım zaman
Siz varsınız;
Gündüz işim var, arkadaşlarım;
Gece yıldızlar var, karım var.
Günaydın tavuklar, horozlar!
Necati Cumalı da, yeryüzünden geçişini bitirdi 80'inde... Kalemiyle yıldızlara doğru kurduğu merdivenin tepesinden, aşağılara doğru baktığında; kendisini izleyen bakışların bir türlü gönlünce olmadığı öksüzlüğüyle küskünlüğüne dolanmış gibiydi..
Oysa edebiyatın her alanında görmezlikten gelinemeyecek eserler vermişti...
Ama kimbilir belki de gençliğinde, şiirleriyle hatırlanmayı daha çok istemişti; kimbilir...
Tıpkı Yahya Kemal, Necip Fazıl, Orhan Veli gibi..
Genç yaşlarında ilk yayınladığı şiir kitabı "Kızılçullu yolu", ona böyle bir ufku gösteriyordu belki de...
Kitaba adını veren şiir, daha önceki dönemlerin süslüpüslü manzumeleri yanında, ne kadar arı duru ve sadeydi:
Hıdrellez günü, Kızılçullu yolu...
Beni herkes severdi çocukluğumda;
Arabacı yanına oturtur,
Kırbacı bana verirdi.
Ben Fitnat hanımın oğlu,
Zayıf bir kız severdim;
Gözlerinin içi gülerdi.
Hıdrellez güneşi,
Beraber tırmanmadık mı ağaçlara?
Siz kanatmadınız mı ellerimi
Elma çiçekleri?
Çıkılan her yolculuğun bir sonu var; yeryüzünden geçip gidişin de öyle.. Bir zamanlar Necip Fazıl da, Blaise Pascal'ın "Düşünceler" eserindeki iki kelimelik bir saptamaya taktırmıştı aklımı:
"Yalnız ölürüz".
Hemen her karşılaşmamızda, lafı döndürür dolaştırır bu söze getirir ve şöyle derdi:
- Hep birlikte o an kurşuna dizilsek bile, yine yalnız ölürüz...
Hayattan kopup ölüme geçiş anı, kimseye aktarılamayan ve yaşayanların ancak ölüme geçerken tek başlarına öğrenebilecekleri bir an..
Büyük İtalyan yazarı Malaparte, ölüm yatağında kendisinin ölüme geçiş anını, teyp bandlarına kaydetmek istemişti.
Olmadı, yapamadı, komaya girdi.
Galiba hep bir sır olarak kalacak ölüme geçiş anı ve o anı tek başımıza algılarken kimseye aktaramadan, hep "yalnız öleceğiz"...
Necati Cumalı da, yeryüzünden geçişini bitirdi 80'inde.. Yazı dünyalarının insanları da, bir gün gelir kayboluverirler... Onlarla başkalarının arasındaki fark, yaşarken bıraktıkları mektuplardır sadece... Tabii merak edenlere..