|
Televizyoncu değil politikacı
Ayşe Özgün'ün parmağını öyle bir sallayışı var ki, inanın korkarsınız. Konuşması da tam bir politikacı gibi... Bir zamanlar Ecevitler'in teklifini reddeden Özgün, televizyonu seçmiş. Peki memnun mu? Varmak istediği noktaya hâlâ gelememiş
Hükümet gibi kadın derler ya... İşte bu hafta öyle biriyle yemek yedim. Ayşe Özgün bir eliyle sandalyenin kolunu kavrıyor, öteki kolunun dirseğini masaya dayıyor ve parmağını şöyle bir sallıyor... Eyvah. Zaten program sebebiyle de bir korku var üzerimde. Malum Özgün öyle yumuşak biri gibi görünmüyor televizyonda. Neyse ki garson tam zamanında imdadıma yetişiyor da sipariş verme bahanesiyle birazcık rahatlıyorum. Bebek'te, Divan'dayız. Mönüde ender bulunan çorbalardan biri var: Brokoli çorbası. Özgün, bir sağlıklı beslenme düşkünü olarak derhal çorbayı istiyor. Hemen ardından da güzel bir salata. Ben de anneannesinin yanındaki kuzu kesilen torunlar gibi itaat ediyorum söylenen yemeklere.
Ayşe Özgün öyle televizyon eğitimi almış, hayatının büyük kısmını bu işe adamış insanlardan biri değil. Amerika'da yaşadığı yıllarda ciddi bir televizyon izleyicisi olan ve kendi kendine televizyon programcılığıyla ilgili fikirler geliştiren biri. 1989 yılında Amerika'dan Türkiye'ye taşınan Özgün, derhal TRT'yi aramış ve kadınlara yönelik bir televizyon programı hazırlamak istediğini söylemiş; kadınların her tür konuda bilgi edinebileceği ve fikir beyan edebileceği bir program. Herhalde ikna yeteneği çok kuvvetli olmalı ki 20 dakika içerisinde yetkililer kendisine bir stüdyo tahsis etmiş ve işte program böylelikle başlamış...
Bugün programını bilmeyen, en azından bir kere gözü takılmayan yoktur; ne de olsa 12 yıldır yayınlanıyor. Özgün, iki uzman konuk ve stüdyoya gelen seyircileriyle bir konuyu tartışıyor. Genellikle de seyirciyle bir olup konuklarının üzerine üzerine gitmeyi tercih ediyor. Gerçi arada bir seyirciyi de 'dövmüyor' değil... Karısını döven adamın üzerine öyle bir gidiyor ki herhalde adam bir daha serçe parmağını kaldıramıyordur. "Gözüm dönüyor" diyor Özgün, "Şimdi mesela ailede bir sorun var. Baba devamlı içiyor ve hem çocuklarını hem karısını dövüyor. Kadının eli çolak olmuş. Beynine odunla vurula vurula neredeyse konuşamaz hale gelmiş. Bu durumda benim gözüm dönüyor. Dönmemesi mi lazım? Benim programım böyle bir program. Buna itirazları olabilir ama bu program ancak böyle yapılır. Formatı budur."
YAŞAR HOCA'NIN ALAMETİ
Ayşe Özgün bunları anlatırken bile gözü dönüyor. Bu arada yan ve arka masalar, daha doğrusu bütün masalar büyük bir merakla bizi dinliyor, yani onu. Zaten hepsi de içeri ilk girdiğinde kendisini bir selamlamıştı. Hatta süper modern giyimli, başka deyişle 'trendy' bir kız onu görür görmez "Aaa, merhaba, nasılsınız" dedi. Orta yaşlı bir çift ise yanımızdan geçerken neredeyse yerlere kadar eğilip "Ayşe hanım programınızı sürekli seyrediyoruz ve çok beğeniyoruz. Hatta Yaşar Nuri Öztürk'ü de çok beğeniyoruz. Kendisine selam söyleyin" demez mi? Hay ağzınıza sağlık! Ben de tam onu soracaktım. "Ayşe Hanım nedir sizin bu Yaşar Nuri Öztürk merakınız?" diyecektim. Anlatıyor: "Ben Kuran-ı Kerim'in yeteri kadar anlaşılmadığının ve hurafelerin bizim İslam aleminde baskın olduğunun farkındayım. Yıllar önce bu konuda konuşması için bir uzman arıyordum. Yaşar Bey'den önce çok fazla kişiyi çıkardım. Fakat Yaşar hoca çıktıktan sonra seyirci istekte bulunmaya başladı. 'İstiyoruz' dediler, bir daha bir daha. Anlayacağınız bu benim kararım değil, seyircinin kararıydı. Tabii ben de kendisine çok büyük saygı duyuyorum. Onda insanlara yaklaşma yeteneği var. Öyle benzetmeler yapıyor ki anlamamak mümkün değil. Ayrıca şunu da belirtmek isterim, ben durup dururken gelin şöyle konusu din olan bir program yapalım demedim. Benim bu konuda zaten çok geniş bilgim vardır. Bu işe mitolojiden başladım. Hem de çok genç yaşımda."
BAHÇEDE BAŞARISIZ
Özgün'ün şu son söylediğinin üzerinde biraz durmak isterim doğrusu. Hani bazı insanlar vardır, Britannica'nın kaçıncı cildinde, hangi sayfada hangi konu olduğunu ezbere bilir. İşte Özgün onlardan biri. Küçüklüğünden beri işi gücü ansiklopedi karıştırmakmış. E, hafızası da yerinde olunca hepsini bilgisayar gibi kaydetmiş. "Cevabını bilmediğim soruyu sormam" diyor. Uzman olarak çağrılan konukların o kadar gergin durmalaranın bir sebebi de bu herhalde.? Bir yanlış yaparlarsa onları düzeltecek. E, bu da biraz karizma kaybına sebep olacak.
Peki bunca yıl insanları bilinçlendirmek için program hazırlayan Özgün sonuçtan memnun mu? Yani acaba insanları biraz olsun eğitebildi mi? Ah, ah... "Pek başaramadım, işte buna çok üzülüyorum" diyor ve şöyle devam ediyor: "Bir erkek konuğum, 'eve gelmişim karım yemeğimi hazırlamamış. Ben yorgunum, üşümüşüm, ben onu döverim arkadaş' diyor ve bir kitle var hanımlardan oluşan, onu alkışlıyorlar. Ben yıllardır bunu alkışlama diye program yapıyorum. Fakat bunu başaramadığımı görüyorum ve çok üzülüyorum."
Zaten istediği şeyleri başarmak konusunda pek de iyi olduğu söylenemez Özgün'ün. Örneğin hayatta en zevk aldığı şeylerden biri bahçeler olduğu halde güzel bir bahçe oluşturmayı bir türlü beceremiyor. "Bahçemle çok uğraşıyorum, fideler ekiyorum. Vitaminler veriyorum ama çiçekler çıkmıyor da çıkmıyor. Halbuki öyle planlı ekiyorum ki... Önümde çiçek resimleri var, aranjmanlar yapıyorum. Hiçbiri çıkmıyor, rezalet" diyor. Diğer bir başarısızlığı ise bir türlü yapılamayan mozaikler. Yaz aylarının büyük bir kısmını deniz gözlüğü ve şnorkelle denizde geçiriyor. Deniz kabukları, yıldızlar gibi şeyler topluyor. Sonra da bu topladıklarını betona dökerek desenler oluşturmaya çalışıyor ama nafile. Bu da başarısız bir girişim. Örgüde haraşoyu, bir de iğne oyasını yapamıyor.
Fakat hakkını yemeyelim, çok iyi yaptığı bir şey var: Caz söylemek. Ben kendisini ilk dinlediğimde çok şaşırmıştım. Bir profesyonel gibiydi. Nitekim vakti zamanında profesyonel vokalist olmasını da önermişler. 1960'lı yıllarda abisiyle birlikte Dağ Kulüp'e giderlermiş ve Özgün orada sık sık 'Moon River' adlı şarkıyı söylermiş. Daha sonra inanılmaz bir teklif gelmiş. Ayda 3500 lira vermeyi önermişler. "Siz anlamazsınız tabii 3500 lira ne kadar kıymetliydi" diyor Özgün ve şöyle sürdürüyor: "O tarihte babam emekli olmuştu. Amiral emeklisi olarak 900 lira falan para alıyordu. Bu durumda ailem bile hoş baktı bu teklife. Yapmadım, gece alemi bana yabancı bir şey. Ama amatör olarak şimdi bir şarkı söyle deyin, söylerim."
KABRİSTAN TAKINTISI
Sürekli "Ah o zamanlar..." diye konuştuğuna göre Ayşe Özgün'ün yaşını merak etmekte haklısınız elbette. Kendisi 56 yaşında ve hâlâ dinç. Bunun sebeplerini, hayata çok olumlu bakmasına ve her an kahkahalar atmasına bağlıyor. Ben şahidim; sık sık kahkaha atıyor. Hatta öyle ki bazen neden güldüğünü bile anlamıyorsunuz. Her neyse, onu en çok güldüren şey ise genellikle başına gelenler ve insanların enteresan lafları. Bunlardan ikisini anlattı, ben de gülmeden edemedim. Size de aktarmadan geçmeyeceğim elbette.
Daha küçük bir kızken babası gidip eşi ve kendisine kabristanda yer almış. Ayşe Özgün, neden ona da bir yer alınmadı diye çok bozulmuş ve yıllarca kendi parasını kazanmayı beklemiş. İlk para kazanmaya başladığında ise soluğu hemen kabristanda almış. Bakmış annesiyle babasının hemen ayakucunda bir yer var. Mezarlıklar Müdürlüğü'ne gidip, fiyatını sormuş. "800 bin lira" diye cevap vermişler. Tabii biz şimdi bunun da değerini anlayamayacağız... O zamanlar iki apartman dairesi alınabiliyormuş o paraya. Bunu söyleyince müdürün cevabı şu olmuş: "Erken ölürseniz indirimi var."
Kabristandan bir yer alamayan Özgün her yaz gittikleri köyde sohbet etmekten hoşlandığı Vaide Hanıma anlatmış durumu. "Ben ölünce bana buralardan bir yer bulur musunuz?" deyince Vaide Hanım "Sen öl de buluruz bir yer" demez mi?
İşte Ayşe Özgün bu garip olayları anlatırken bir yandan da katıla katıla gülüyor. Ben ise gülüyorum gülmesine ama Ayşe Hanımın bundan yıllar evvel, gencecik yaşında kendine mezar araması da biraz tuhaf değil mi? Şöyle cevap veriyor: "Ben öldükten sonra nerede olacağımı bilmek isterim."
KISKANÇ BİR EŞ
Bütün bu konuşmalar olurken ilk başta da belirttiğim gibi Ayşe Özgün sürekli parmağını sallayıp duruyor. Tabii bu arada memleket meselelerine sık sık değiniyor. Örneğin ona göre Türk halkı müthiş zeki, ancak zekası Manavgat Şelalesi'nin suları gibi boşa akıyor. Bu benzetmeyi Demirelvari bir üslupla yapması da dikkat çekici: "Manavgat'tan haldur huldur Akdeniz'e akan bir su var. Bu ülkede yanlış politikalar yapılmıştır. Kendi uçağımızı yapacağız denilmiştir. Alo, sen tarım ülkesisin. Sen şu dünyanın ekmek sepeti olacağın yerde gidip uçak yapmaya kalkarsan bu durumlara düşersin..." Aman Tanrım, tam bir politikacı. Hele o '-dır' eki yok mu? Soruyorum haliyle: "Hiç polikaya atılmayı düşündünüz mü?"
Şöyle cevap veriyor: "Beni Ecevit çağırdı. Bana ilk yaklaşan onlar oldu. Rahşan Hanım'la Bülent Bey. Ama hayır, ben ekranda daha faydalı olacağımı düşündüm. Genel başkanın emrinde, bir listeye girmeye çalışan insanlardan biri olacaktım. Memuriyet gibi. Bu şartlar altında politikaya kim girer?" Esasen politikaya atılmaya kalksa Özgün'ün destekçisi çok. Öncelikle ailesi. Özellikle de kendisine her konuda destek olan eşi. Özgün sürekli eşinden bahsediyor ve "Çok şanslıyım, bu kadar iyi birini Allah nasıl bana nasip etti, onu da merak ediyorum" diyor.
Kendisi inanılmaz derecede kıskanç. Eşinin yanında kazara bir kadın görse yine 'gözü dönüyor'. Gerçi 33 yıllık evliliğe rağmen o da hâlâ kıskanılan kadın olmanın mutluluğunu yaşıyor.
İyi hoş da, yemekler ne oldu diyeceksiniz belki... Özgün'ün konuşmaktan yemeklerini yiyebildiği pek söylenemez. Ama kendine sipariş ettiği yemeği bile bana yedirdiğini söyleyebilirim. Beni biraz zayıf mı gördü ne?
ASLI E. PERKER
|
Copyright © 2001, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır
|