Anlatamadık
Aydının görevi karanlıkları aydınlatmak. Yazık ki o da kavganın içinde.. Sokaklarda kardeşleri, çocukları boğazlaşırken soğukkanlılığını nasıl koruyabilir? (Cemil Meriç/Bir Facianın Hikayesi/Umran Yayınları, Ankara, 1981.S.2)
Son cezaevi faciasında arabuluculuk yapmakla suçlanan insanların günahı, çokları gibi kollarını kavuşturup yangını uzaktan izlemek yerine, yaklaşan faciayı hissedip, çok yara bere alacaklarını bile bile, yardıma koşmaktan ibarettir.
Bir hatamız varsa, içerideki dünyayı dışarıya, dışarıdakini içeriye yeterince anlatamamış olmamızdır.
***
İçerinin isyan kokulu koğuşlarında ilk dakikada solunabilen ölümcül bir kararlılık vardı.
Buradaki gözükaralığın, lider zoruyla, örgüt baskısıyla filan açıklanamayacağını sizler de gördünüz.
Çaresiz, acımasız, korkusuz bir kararlılıktı bu...
Açlıkta, yangında veya çatışmada ölerek ülkenin önünü açacaklarına inanıyorlardı.
Size komik, saçma, zalimce veya ürkütücü gelebilir, ama konuştuğumuz her bir ölüm oruçcusunun gözlerinde ancak savaş cephelerinde rastlanabilecek bir inanmışlığı okumuş, sarsılmıştık.
"Örgüt yaktı", "devlet yaktı" tartışmalarının dışında bir "adanmışlık"tan söz ediyorum.
Eriyen ya da yanan bedenlerinin yarını aydınlatacağına ve halkın silinmiş hafızasını dirilteceğine bizi inandırmaya çalışıyorlardı.
Her vesileyle yetkililere, Adalet Bakanı'na, basına, kamuoyuna dil döktük:
"Korkuyoruz, blöf yapmıyorlar. Bir çare bulunamazsa çok trajik olaylar olacak" dedik.
Anlatamadık.
***
"İçeri"deki bu kör inanca karşın "dışarı"da kahredici bir duyarsızlık vardı.
Orada yaşananlar, bir avuç insan dışında kimsenin umurunda değildi.
Kamuoyu, gerekçeleri dinlemek bile istemiyordu.
Kimse bu genç insanların, dünyanın en acımasız yöntemiyle kendi canlarına kıymak için bu kadar çabalamalarının nedenini merak etmiyordu.
"Örgüt baskısı" deyip geçenler, "Peki neden çocuklarınız sorgulamayı değil, körü körüne itaati öğrendiler", "Neden şiddeti yegane çıkış yolu olarak gördüler" türü sorulardan hoşlanmıyorlardı.
20'li yaşlarında bir insanı diri diri kendini yakmaya götüren ruh halini; endişeyi, nefreti, inancı, itaati görmeye yanaşmıyorlardı.
Bunu da "içeri"ye anlatamadık.
Çabaladık aslında... Çok dil döktük:
"Durum 1996'dan çok farklı. Halk sandığınız gibi değil, kamuoyu tamamen karşınızda" dedik. Dağıttıkları kasetin izleyenlerde büyük nefret yarattığını söyledik.
Dinletemedik.
İçlerinden Aydın, "Duyarsızlığı biliyoruz ama ancak ölürsek onları duyarlı hale getirebiliriz" dedi.
Anlatamadık.
Siz ister umursamayın, ister kızın, gülün geçin ya da nefret edin...
Ben, bütün gençliğini hapishanede geçirmiş 27 yaşında bir kızın, yaşamı değil ölümü seçmesinde ağır bir sorumluluk hissediyorum.
Onun, tek çıkış yolu olarak genç bedenini tutuşturup diri diri kavrulmasını görmekten ürperiyorum.
Saçlarından yükselen ateş yalnız onu değil, hepimizin geleceğini yakıyor; hissediyorum.
Anlatamıyorum.