İlk hatırladığım köprüler, Edirne'de Meriç'le Tunca'nın üstündeki köprüler... O zamanlar boyum babamın bastonu kadırdı. Bazı günler beni elimden tutar, o köprülerin üstünten su kıyısındaki kır kıhvelerine götürürdü. Taştan yapılmış kavisli köprülerdi. Taş korkuluklarının ortalarında yine taştan, nöbetçi kulubesine benzeyen üstü kapalı gözcü sığınakları vardı.
Uzaktan bakıldığında, taş korkulukların yarım bir daire çizen monotonluğunu; tam orta yerinde, yukarı doğru ahenkli çıkıntılarla kestikleri için; köprünün altındaki yuvarlak boşluklarla birlikte, oyalı ve oyuncaklı görünürerdi.
Sinan'ın ünlü köprüleriydi onlar...
Evde bir kutu tahta oyuncağım vardı. Modellere baka baka evler, kuleler, istasyon binaları yapardım. Kapı, pencere, dam, baca türünden malzemelerim arasında yeşilli kırmızılı iki de küçük köprü vardı.
Sinan'ın köprülerini taklit etmeye çalışırdım onlarla.
Büyüyünce ne olacağımı soranlara da:
- Mimar, derdim.
Evdekiler, tahta oyuncaklarla bıkıp usanmadan saatler boyu haşır neşir olduğumu gördüklerinden:
- Herhalde mimar olacak bu, demişlerdi.
Büyüyünce ne olacağımı soranlara söyleyecek bir meslek adı öğrenmiştim böylece..
Galata Köprüsü'nü çok daha sonra keşfedebildim. Çok sıska değilsem bile, yapılı bir çocuk da değlidim. Boynumda küçük bezeler vardı. Arada bir beni önlerine çağırırlar ve onları yoklayıp bularak, "zafiyetten" kurtulamadığıma karar verirlerdi. Nedenini de iştahsızlığıma bağlarlardı.
Sonunda beni, o zamanın ünlü çocuk doktoru Fakaçelli'ye götürmeye kalkmışlardı.
Fakaçelli muayene edeceği çocukları çırılçıplak soyup bir masanın üstüne çıkarıyordu. Bu, yüreğimi bir hayli sıkıştırmıştı. Çaktırmadan beni sünnet ettirmeye götürmeleri olasılığı gelmişti aklıma.
Babamla birlikte, sessiz kaygılarla binmiştim Kadıköy'den kalkan yandan çarklı varupa..
Galata Köprüsü'yle o tedirgin yolculuğun sonunda tanıştım.
Vapur köpükler çıkartarak Karaköy İskelesi'ne yanaşırken, babam, demir parmaklıkları kırmızıya boyalı; üstünde yayaları, tramvayları, arabalarıyla başedilmez bir hengamenin kaynaştığı, upuzun alamet köprüyü göstermiş:
- İşte Galata Köprüsü, demişti.
Altında, renk renk meyvalarla taşmış donanmış manavlar; beyaz önlüklü gezginci şerbetçiler; kapılarına bayrak bayrak dergiler asmış tütüncüler vardı.
Edirne'deki köprülerle hiç ilgisi olmayan çok başka bir köprüydü bu..
O sıralarda kaç kuşağın gölgesini taşıyan ve önümüzdeki yaşamın önemli bir bölününü sırtından geçireceğim bir köprüyle tanıştığımın farkında bile değildim.
Sünnet ediliverme tehlikesini unutmuş afal afal bakıyordum.
Çatanalar geçiyordu köprünün altından..
Köprünün kırmızı demirlerini sonradan yeşile, daha sonra da griye boyadılar.
O dönemin köşe yazarları, köprünün değişen renkleri üstüne esprili yazılar yazarlardı.
Ada vapurlarına yetişmek için koşturduğum yıllar...
Köprü'nün Haliç kıyısındaki dört masalık meyhanede Kemal Tahir'le buluşup, çekiştiğim yıllar...
Paris köprüleri..
San Fransisco'nun unutulmaz asma köprüsü...
Amsterdam köprüleri...
Venedik köprüleri...
Stockholm köprüleri...
Leningrad köprüleri...
İlk Boğaz Köprüsü açıldığında ben hapishanedeydim. Kıtaları birbirine bağlayanköprü, yaşamımın yeniden dış dünya ile bağlanmasına yetmiyordu.
Açılış töreninin haberlerini gazetelerden, uzayda geçen bir olay gibi tüyü yolunmuş bir merakla izliyorduk. Biraz umursamaz, biraz kırık.
Dün yeni bir Boğaz Köprüsü daha açıldı... Şimdi o köprülerle ilk kez tanışacak beş yaş çocukları da, yarım yüzyıl sonra açılacak başka köprtülerin neşesinde, bugünkü anılarını kimbilir nasıl anlatacaklar?
Kıyıları, tepeleri birbirine bağlayan köprüler... Deste deste kuşakların, deste deste serüvenleriyle hallihamur olmuş köprüler..
Keşke çare olsaydı da, bu son köprüyü de, elinden tutup babama ben tanıştırabilseydim.
Ne yapacaksınız, köprüler; kaybolmuşları geri getirmek için onların, değişik bir boyuttaki evrenlerine kadar uzanamıyor.
Not: 12 yıl önce yazılmış bir yazı... "Güneş"den...