Sonbahardan bu yana dünya basınının gözdesi bir bilim adamı var: Robert Ballard. Akademik çevrelerden, popüler medyaya kadar herkesin gözü kulağı bu su araştırmacısının deşifre ettiklerinde...
Hikayeyi özetleyeyim. National Geographic Society tarafından desteklenen Ballard ve ekibi, Karadeniz sahillerimizde araştırmalar yapıyor. Yaklaşık 100 metrelik su derinliğinde bulunanlar bir anlamda eski bir yerleşmeye işaret ediyor: M.Ö. 5500 yıllarında bu noktalar "kara" idi... Kutsal kitaplara göre günahkârların cezalandırıldığı tufanın peşinde dolaşan "yeni nesil arkeologlar", günümüzden 18 bin yıl öncesine dönüyorlar ve engellerle kopuk duran üç deniz ile üç farklı su seviyesini gösteriyorlar. Derken Akdeniz, Çanakkale Boğazı'nı aşıyor ve Marmara çanağını dolduruyor...
7 bin 500 yıl önce tekrar, bu kez o zamana kadar Grand Canyon gibi bir manzarası olan Boğaziçi'ni aşan Marmara suları Karadeniz'e akıyor. Konunun uzmanları günde 50 kilometreküp bir su miktarının aktığını hesap ediyorlar. Niagara'nın çok masum kaldığı bir "şelale'den" söz ediliyor! 300 gün süre ve muazzam bir gürültü ile...
Karadeniz'in sahilleri her gün 15 cm yükseliyor... Yaşayanların kaçmaya zamanı var... Peki ama nereye? Bu "tufan" nerede ise Anadolu'da yaşayan her "topluluğun" dilden dile, nesilden nesile sonra da din kitaplarına "aktardığı" "Nuh'un Tufanı"... Anadolu'daki nüfusu nasıl etkiliyor? Kim nereye göç ediyor?
Islak Cehennem'den söz eden Gılgamış Destanı ve İncil bize 40 gün 40 gecelik bir sağanak ve tufandan sonra yüksek dağların bile sular altında kaldığını naklediyor. Nuh Peygamber, üç katlı gemisine aldığı her cins yaratık ve büyük bir aile ile 150 gün sonra gökyüzüne açıldığında Ağrı Dağı'nda karaya çıkıyor...
En taze bulgulara göre sonuçlar inanılmaz. Yeryüzünün bilinen ilk "tarımının" yapıldığı Anadolu, tahıl, buğday yetiştirebilenler, ekmek yapanlarla ilgili izler bizi önce M.Ö. 6000'li yıllara götürüyor. Sadece Göbekli Tepe, Çatalhöyük değil. Örneğin Kırklareli, Karadeniz Sahilleri, Trakya hatta Karpatlar... Sonra bir kopma...
500 yılı aşan bir kopma... Ve birden bire buğday, ekmek, Orta-Kuzey Avrupa'ya hatta Fransa'ya kadar uzanıyor. M.Ö. 5500'de. Yani Karadeniz havzasını Marmara'nın suyu basınca. Yani "Nuh Tufanı'ndan" sonra... Göç edenler... Bu göç eden 200 bin kişiyi alelade insanlar sanmayın. Bakın sevgili dostum Burhan Oğuz'un "Türkiye Halkının Kültür Kökenleri" adlı kitabında ne var: "Hititler her cins tahıldan ekmek yapıyorlardı. Ballı susamlı, elmalı, incirli, fıstıklı ekmekleri biliyoruz... Sonra Romalılar...
Ekmeğin bugünkü halini biraz onlara borçluyuz. Yunanlıların ekmek pişirme yöntemlerini çağdaşlaştırmışlardı. Rize civarının bilhassa Hemşin'in Rusya içlerine kadar nam salmış fırıncılığı...
Küresel kültür-liberal ekonomi ne zamandır mevcut? Hemen ikinci soruyu da sorayım: bugün bile sağda solda başarılı fırıncıların, pastacıların ne kadarı Hemşinli? Çoğunluğu..."
Bin yılı aşan bir gelenekten söz ediyoruz... Bugün ekmeği yeniden keşfettiğimizi görüyorum. Ekmek çeşitleri zenginleyerek önümüze geliyor. Osmanlı elitinin kibar olsun diye Farsça söylediği "Aziz Ekmek/ Nan-ı Aziz"i antik çağdaki tahtına koyuyoruz...
"Nan-ı Aziz'in" hikayesinde, aslında insanlığın hikayesi duruyor. Biz ise Avrupa'ya ekmeği taşıyıp da oncağızları aç-açık kalmaktan kurtaran atalarımızı analım; bir Cim-Bom klasiği ile: "Avrupa Avrupa duy sesimizi!"
Ali Esad Göksel