Ölüm kokan koğuşlar
1996'da ömrümün en zor saatlerini geçirdiğim ve yıllarca rüyalarıma giren koğuşların önündeyiz. Tek amacımız var: Ölüm olmasın!
1996 yılında ömrümün en zor saatlerini geçirdiğim ve daha sonra yıllarca rüyama giren koğuşların önündeyim. Yaşar Kemal, Orhan Pamuk, Oral Çalışlar. Can Dündar ve Mehmet Bekaroğlu ile içeri girmek üzereyiz.
Tek bir amacımız var: Ölüm olmasın! Azrailin soğuk nefesi Türkiye'de ölüm rüzgarları estirmesin.
Çatışmalardan çok çekmiş olan bu ülke, acısı yıllarca hissedilecek yeni bir kan davasına sürüklenmesin.
29 Temmuz 1996'da şu satırları yazmışım:
"Bayrampaşa Cezaevi'nin loş koğuşları ölüm kokuyor!
Ranzalara uzanmış, bir deri bir kemik kalmış genç insanlar ölümün sınırında dolaşmakta.
Kiminin bilinci kapanmış, uyarılara cevap veremiyor, kaymış gözleriyle şimdiden öbür dünyanın kapısını aralamış.
Kimi, görme duyusunu yitirmiş.
Henüz konuşabilenler, ışığa bakamadıkları için koğuşlarda lamba yakılmıyor...Kulaklarındaki gürültülerden yakınıyorlar."
VE İÇERİ GİRDİK
1996 yılındaki ölüm oruçları anlaşmayla sonuçlanmıştı ve biz o gece Yaşar Kemal, Ferzan Çitici ve Mukadder Başeğemez'le birlikte cezaevini terkederken, ülkenin büyük ve kanlı bir beladan kurtulduğunu hissediyorduk.
O gece bize, dört yıl sonra yine bu koğuşlara geleceğimiz söylenseydi inanır mıydım bilmiyorum.
Ama işte olan olmuştu ve biz bir kez daha can kurtarma amacıyla Bayrampaşa'da idik.
Başsavcı Ferzan Çitici'nin bizleri kabul ettiği odada Meclis İnsan Hakları Komisyonu üyeleri vardı.
Mehmet Bekaroğlu'nu da alarak, onlardan önce koğuşlarda görüşmeye gitmek istedik.
Ve demir kapılardan içeri girdik.
Bayrampaşa cezaevindeki koridorlar uzun mu uzun!
Gideceğiniz koğuşa ulaşabilmeniz için loş koridorlarda dakikalarca yürümeniz gerekiyor.
cehennem gibi
1996'DA geçtiğimiz koridordayız yine.
20-30 metre arayla demir parmaklıklı bölmeler var. Bunlar kapatıldığı zaman bölümlerin birbiriyle irtibatları kesilmiş olacak ama şimdi hepsi açık.
Yürürken, sağ tarafta bir masanın çevresine toplanmış iki üç infaz koruma görevlisi görüyoruz.
Bu noktadan sonra onları hiç görmeyeceğiz. Cezaevi'nin içlerine sokuldukça, resmi görevliler karşımıza çıkmayacak artık.
Bunun yerine tutuklular bizi alıp, koğuşların derinliklerine götürecek.
Bu satırları yazdığım saatlerde Bayrampaşa Cezaevi'nde müdahele ve direniş sürüyor.
Ve yine bu saatlerde, görüşmelerimizin yer aldığı koğuşların cehenneme dönmüş olduğunu, koridorların silah sesleriyle inlediğini ve gözyaşartıcı bombalardan ortalığın göz gözü görmez hale geldiğini tahmin etmek zor değil.
Ama biz gittiğimizde koridorlara ve koğuşlara inanılmaz bir sessizlik egemen. Ortalık o kadar sessiz ki sanki herkes fısıltıyla konuşuyormuş, sanki kimse sert topuklu ayakkabı giymiyormuş gibi.
Büyük bir koğuşa götürülüyoruz. Boş koğuşun bir tarafı avluya bakıyor. Divanlar ve önlerinde sehpalar var; kırmızı bayraklar göze çarpıyor duvarlarda.
Camlardan avluyu ve onun ötesinde bir başka koğuşu görebiliyoruz. Orası kalabalık; bir çok tutuklu göze çarpıyor. Avluda da ikili üçlü gruplar halinde dolaşanlar var.
Oturuyoruz. Üç kişi konuşuyor bizimle. Bunlardan ikisini 1996 ölüm oruçlarında da görmüştük.
Görüşlerini anlatıyorlar. F tipe cezaevine gitmemek için ölümü göze aldıklarını söylüyorlar. F tipinin onlar için zaten ölüm anlamına geldiğini, orada öleceklerine burada ölmeyi tercih edeceklerini tekrarlıyorlar.
SOĞUK DAVRANIŞ
Bİzler ise ölüm oruçlarının, ölüm noktasına gelmeden durdurulması için dilimiz döndüğünce konuşuyoruz, anlatıyoruz, ikna etmeye çalışıyoruz.
Ve bu kez karşımızdakilerin 1996'dan daha sert ve daha kararlı olduklarını görüyoruz.
Soğuk davranıyorlar.
1996 yılındaki uzlaşmadan sonra unutulduklarını, hasta ve sakat hükümlülerin tahliye edilmediğini, tedavilerine izin verilmediğini söylüyorlar.
Ölüm oruçları bitince, kimse bizi dinlemiyor, hiç bir yere ulaşamıyoruz diyorlar.
Biz yine ikna etme çabalarını sürdürüyoruz. F tipi ile ilgili belli bir noktaya varılırsa, ölüm orucunu bırakıp bırakmayacaklarını soruyoruz.
20 kişilik koğuş isteklerini dile getiriyorlar.
Bu müzakereleri yürütenler ölüm orucu tutmuyor.
HENÜZ HALSİZLER
Bİr süre sonra avluya oradan da yandaki koğuşlara geçiyoruz. Kızlı erkekli bir grup daire biçiminde oturmuş konuşuyorlar. Bu koğuş deminki gibi boş değil. Ranzalar var. Ranzaların arasında başlarına kırmızı bantlar takmış gençleri görüyoruz. Bunlar ölüm orucuna yatmış kişiler. Onlarla konuşuyoruz. Oruca daha geç başladıkları için henüz 1996'daki durum yok ortada. Ölüm noktasına sürüklenen ya da ayağa kalkamayacak duruma gelen hiç kimseye rastlanmıyor.
Oysa 1996'da Cezaevi'ne girdiğimizde 12 kişi ölmüştü ve 28 yaşındaki Yemliha Kaya'nın cansız gövdesi bir katafalkın üzerine yatırılmış, başında nöbet tutuluyordu.
Bu sefer henüz o noktaya varmamış olan tutuklular halsizlikten, kilo kaybından şikayet ediyor.
Bir tanesi "Tabi herkesin bünyesi bir olmuyor." diyor. "Kimimiz daha çabuk gidiveriyoruz."
Bu koğuştakiler, ölüm oruçlarıyla, arubuluculuk çabalarıyla ya da siyasetle ilgili hiç bir şey söylemiyorlar. Anlaşılan o ki tartışma yetkisini üç kişiye vermişler.
F TİPİNDE KİLİT
Tekrar öteki koğuşa dönüyoruz.
Sonunda tartışmalarımız F tipi meselesinde düğümleniyor. Daha başka talepleri de var ama onların kısa vadede uygulanabilirliği olmadığı için kendiliğinden gündemden kalkıyor.
Ve işin F tipi meselesinde kilitleneceğini dehşetle hissediyoruz.
Müdür odasına gidip Adalet Bakanı'nı aramak istiyoruz ve ilk görüşme böyle sona eriyor.
Bizden sonra TBMM İnsan Hakları Komisyonu gelip görüşecek. Bunu söylediğimiz zaman komisyon Başkanı MHP'li milletvekilinin gelmesini istemediklerini belirtiyorlar.
Müdür odasına gidip Adalet Bakanı'nı arıyoruz. Orhan Pamuk, Yaşar Kemal ve ben telefonda durumu aktarıyoruz. 1996 ile bugünü karşılaştırıp, bu kez daha vahim bir noktada olduğumuzu belirtiyorum. Bakan'a. "Cezaevi'nden her gün üç dört tabutun çıkması hükümeti dayanılmaz bir noktaya getirir." diyorum. "Şimdiden bir şey yapılmalı."
BAKAN ARIYOR
Orhan Pamuk Bakan'a F tipi cezaevindeki odaların 20 kişilik olup olamayacağını soruyor ısrarla. Bakan hiç bir sayı tartışmasına girmeyeceğini belirtiyor.
Telefondan sonra Bakan'ın Başbakan'la görüşmeye gittiğini tahmin ediyoruz.
Gerçekten de biraz sonra Bakan arıyor ve F tipi cezaevlerinde tek kişilik oda uygulamasanın kaldırıldığını söylüyor. Bunu önemli bir adım olarak algılıyoruz.
Tekrar koridoru geçip koğuşa gidiyoruz. Düşündüğümüzün aksine, bu haber görüşmecileri tatmin etmiyor. Odaklandıkları nokta 18-20 kişilik odalar.
Bir de ölüm oruçlarının bitirilmesi için verilen sözlerin garantisini istiyorlar. 1996'da verilen sözlerin tutulmadığından yakınıyorlar.
ANLIK FERAHLAMA
Saatler geçiyor.
Tekrar müdürün odasına gidiyoruz. Adalet Bakanı ile bir kaç kez daha görüşüyoruz. Derken Bakan akşamüstü 6'da basın toplantısı yapıyor. Müdür odasındaki televizyondan bu toplantıyı izliyoruz.
Adalet Bakanı "F tipi cezaevi uygulamasının ertelendiğini, ancak sivil toplum kuruluşlarıyla toplumsal bir mutabakata varıldaktan sonra açılacağı" nı duyuruyor.
Bir an ferahlıyoruz. Hükümetin önemli bir adım attığını ve bu basın toplantısı ile kendisini kamuoyu önünde bağlamış olduğunu, bunun yeterli bir garanti sayılabileceğini düşünüyoruz.
FORMÜL BULUNDU
Çünkü içerde bize "sivil toplum kuruluşlarından ve ailelerinden oluşan bir izleme komitesi" istediklerini belirtmişlerdi.
Bakan da aynı şeyi söylüyordu şimdi.
Bu açıklamalar üzerine milletvekilleri tekrar içeri gidiyor ve ne yazık ki olumsuz bir haberle geliyorlar.
Bakanın açıklamaları garanti olarak algılanmıyor.
Kendi aramızda bir toplantı yapıyoruz. Bulduğumuz formül şu: Tabipler Odası, Barolar Birliği, Mimar ve Mühedis Odaları derhal devreye girsin ve Bakan'la görüşerek bir mutabakat sağlasınlar.
GÖZE ALABİLİRLERSE
Bu formülü uygulamaya sokmak üzere Cezaevi'nden ayrılıyor ve kapıda bekleyen basına Yaşar Kemal'in yaptığı iki cümlelik açıklama ile bir model üzerinde çalıştığımızı belirtiyoruz.
Daha sonra telefon trafiği başlıyor. Hüsamettin Özkan'la yapılan telefon görüşmeleri bizi umutlandırıyor. Hatta bir akşam işin bittiği kanısı edinip, birbirimizi kutluyor ve "Geçmiş olsun!" diyoruz.
Ama ne yazık ki sorun aşılamıyor.
Ve Salı sabahı müdahelenin başladığını duyuyoruz.
O anda aklıma içerde, koğuşların derinliklerinde konuştuklarımız geliyor: Bir görüşmeci sürekli "Operasyon çekecekler!" diyordu. "Göze alabilirlerse operasyon çekecekler!"