CHP lideri Deniz Baykal, RTÜK heyetini kabul etmiş ve sohbet sırasında şiddet içeren yayınlara dikkat çekerek, "Ben torunuma kontrollü olarak TV izlettiriyorum" demiş.
"Ne güzel, ne duyarlı bir dede," diyenler çıkmıştır, "Torununun TV'deki şiddet görüntülerinden etkilenmesini istemiyor."
Aslına bakılırsa bu fikrin mantıki devamı olarak Baykal'ın, ileride esprili bir insan olması için torununa bol bol komedi filmi izlettiğini düşünebilirsiniz!
Ve yine aynı mantığın devamı olarak pek yakında çevremizin sayısız Cem Yılmazlarla, Okan Bayülgenlerle, Beyazlarla, Yasemin Yalçınlarla dolacağını sanabilirsiniz.
Öyle ya, teoriye göre çocuklar TV'den etkileniyor, gördüklerini gerçek yaşamda da taklit ediyorlar. Bu konuda hassas davranan, çocuklarına vurdulu kırdılı filmler izlettirmeyip, onları nezih yapımlara yönelten aileler sayesinde bizi daha güzel bir dünya bekliyor.
O da benim gibi, "Medyadaki şiddet görüntüleri, toplumdaki şiddetin nedenlerindendir" şeklinde özetlenebilecek saçma sapan fikre takmış. Nasıl takmasın? ABD Senatosu'ndan FBI'ına koca koca kurumların, aklı başında adamları, dört parmak kalınlığındaki raporlara dayanarak "Çocuklarımızı medyadaki şiddet görüntülerinden korumalıyıııız" diye isterik çığlıklar atıyorlar.
Bu telefobiklere soruyorsunuz: "Peki Rambo ya da Mortal Combat oyununun böyle bir etkisi olduğunu nereden biliyorsunuz?"
"Aaa, tabii ki var," diyor bilmiş telefobikler, "binlerce araştırma bunu gösteriyor."
"İyi de hangi araştırmalar; bir gösterin bakalım şunları" diyorsunuz.
Ikına sıkına ciddiye alınabilecek üç beş (gerçekten üç beş tane) araştırma getirebiliyorlar.
Onların da biraz tırtıklandığında bilimsel açıdan tam bir sefalet olduğu ortaya çıkıyor.
Ama koro bağırmaya devam ediyor: "Çocuklarımızı medyadaki şiddetten korumalıyııız..."
İşin komik tarafı ne biliyor musunuz? Belki de tam tersi doğru!
Richard Rhodes, New York Üniversitesi'nden sosyolog Steven F. Messner'ın çalışmasını örnek olarak gösteriyor: Çete kuran, şiddete başvuran gençler, halim selim tiplere göre çok daha az TV izliyor. Çünkü onlar TV izlemek yerine sokakta kavga ediyorlar!
Ben de size başka bir örnek vereyim. Ann Hagell ve Tim Newborn da araştırmalarında aynı sonuca ulaşmış: "Şiddete eğilimli gençler, 'ortalama ve normal' gençlere oranla daha az TV izliyor."
Bu ve benzeri örnekleri, 1998'de, Uğur Dündar, "Amerika'yı yeniden keşfetmeye gerek yok, çocuklarımızı şiddete maruz bırakmamak zorundayız" gibi son derece ahlaklı ama aynı derecede de 'ahmaklı' laflar ettiğinde yazmıştım. "Açın okuyun, yok böyle bir şey," demiştim ama tabii ki takan olmadı.
Üstelik bunlar Batı'yı bilen adamlar. Ancak kafası çalışan Amerikalılar'ın ortaya attığı şu basit sorudan bile habersiz görünüyor: "TV şiddete yol açıyor diyorsunuz ama Japonya'da, İngiltere'de, Fransa'da da bizim ülkemizdeki kadar TV ekranı var. Neden oralarda suç oranı düşük de, bizde fazla?"
İşte bunları düşünmek yerine "medya şiddeti" hurafesine sarılmayı tercih ediyorlar.
Neden acaba? Bir iki nokta gayet açık:
Bir kere her türlü toplumsal ve siyasal soruna ilişkin olarak medyayı suçlamak çok kolay. Gerçek sorunlardan bahsetmek yerine medyaya giydirirsin, olur biter.
Ayrıca medya popüler kültürün yayılmasına araç olduğu için medyayı eleştirmek "aydın" (tam bu noktada "aydın" kelimesini "entel" diye okuyabilirsiniz) sayılmanın garantisi.
"Medyadaki şiddet, toplumdaki şiddete yol açıyor" demek görünüşte de olsa, yalan yanlış da olsa bir izah tarzı. Biz çıkıp da, "Böyle bir alaka yok," dediğimizde adamı elinden ayağından ediyoruz. Zihnini bulandırıyoruz. Halbuki o kısa, basit, pratik, kolay bir açıklama bekliyor. (Hani kekemelere iyileşsin diye eşek dili yedirirler ya köylerde; işte onun gibi bir şey istiyor!)
Bir nokta daha var. Diyelim ki ailedeki çocuk ya da genç sorunlu... Uyumsuz, saldırgan. Vurup kırıyor. Ana-baba hemen buna bir "dış mazeret" arıyor. Kolayca da buluyor: TV! Şimdi siz kalkıp onlara, "Çocuklarınızı kötü yetiştiriyorsunuz" diyemezsiniz ki...
Bu medya şiddeti lafı ortaya konduğu biçimiyle koca bir yalandan ibaret. Ve de Churchill'in dediği gibi:
"Gerçek pantolonlarını giyene kadar, yalan dünyanın öteki ucuna varmış olur."
VİRGÜL FETİŞİSTLERİ: Bizim medyada taklit çoktur. Virgül fetişizmi de salgın bir hastalık gibi. Başlıklardan iki örnek vereyim hemen ne demek istediğimi anlayacaksınız: "İşte, vahşet" ve "Galatasaray, kazandı". İki kelimeden ibaret başlıklarda bile, ilk kelimeden sonra virgül koymaya başladı arkadaşlar. Yanlış olması bir yana, bundan ne zevk alıyorlar; merak ediyorum.
'KARAFATMALAR' KONUŞUYOR: Metis Yayınları'nın "siyahbeyaz" dizisi devam ediyor. Son olarak Ruşen Çakır'ın "Direniş ve İtaat Ğ İki İktidar Arasında İslamcı Kadın" adlı kitabı çıktı. Laikçi devlet iktidarı ile erkeğin iktidarı arasında sıkışıp kalmış İslamcı kadınlar tüm dertlerini anlatmışlar. Çarşaflılara "karafatma", türbanlılara "öcü" muamelesi yapanlar belki merak edip okurlar. Burası onların da ülkesi çünkü.
AYŞE ÖZGÜN'ÜN KOKUSU: BRT'de Ayşe Özgün'ün sunduğu program. Konu: Bir evlilik şirketi aracılığıyla izdivaç... Evlenmek isteyen kişi kendi özelliklerini ve müstakbel eşinde beklediği özellikleri bir forma yazıyor. Boy, kilo, yaş filan derken konu daha özel niteliklere iniyor. Ayşanım teyze "Tabii ki kimse ter kokan birisini istemez; değil mi" diyor. Kahkahalar. Kıkırdamalar. Belli ki herkesin bir koku anısı var. Başkalarının "ay ne iğrenç" diyeceği ama onun içini gıcıklayan bir koku. Yakından bilirim. Kokusuna dayanamadığımız bir kız vardı. Her açıdan kendisinden daha nitelikli bir oğlanla evlenebilmiş. Adamın canı lahmacun istermiş meğer.
SÜPER TEZAHÜRAT: Hafta içinde Beşiktaş, Öz Sahrayıcedid Spor ile karşılaştı ve maçı üç sıfır kazandı. Cedid seyircisi şöyle tezahürat yapıyormuş: "Sahrayıcedid kibardır, küfretmez; asar, keser, affetmez..." Bir kenara not edin.