|
'Gulyabani'siz Ramazan olmaz
Eski ramazanların gelişi öyle böyle değildi. İki üç ay kala erzak tedariki başlar. Şerbetlikler, çorbalıklar alınır, tencere ve siniler kalaylanır, hallaçlar çağrılıp yataklar attırılırdı. Ramazan, dinlenme ayıydı, sahura kadar Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın romanları yetmezdi. Ertesi gün ise öğlene kadar uyunurdu
Geçen yıl toplumumuzun özellikle hayır konularında yaptıkları ile çok iyi bildiği bir ailenin çocuğuyla konuşuyordum. Çocuğu dedi isem 55-60 yaşlarında, zinde bir dünya insanı... İş hayatına sağladığı avantajlardan olsa gerek Londra'da yaşıyor. Yine de sık sık İstanbul'a geliyor. Evi, işleri var. "Her yıl Ramazan için bir aylığına İstanbul'a geliyorum" dedi. Sonra not etti: "İstanbul, insanın Ramazanı en iyi hissedebileceği yer..."
Bu beni düşündürdü. Gerçekten İstanbul, Ramazan için özel bir çerçeve sunuyor olmalı...
Peki bunu böyle kılan ne? Öncelikle sahip olduğumuz kültürel miras. Siz bakmayın kültürel süreklilik koptu falan denilişine, bir toplumun genleri sil baştan yapmıyor. Belki gen haritasında kısmi kış uykuları oluşuyor olabilir. Ama asla yok olmuyor var olan...
ORUÇ YİYEN ÇOKTU
Sevgili dostum İlber Ortaylı'nın "İstanbul Ramazanları"nı naklettiği kitabından size nakledeyim. Bakalım Osmanlı'dan bugüne neler değişti birlikte göz atalım: "Ramazan bütün toplumun dinlenme ayıydı... Sahura kadar evde hayat durmazdı. Sabaha karşı yatılınca ertesi gün öğlene kadar büyük şehrin uykuda olacağı açıktı. Kimse erkenden ne alışverişe çıkar, ne dükkan açardı... İftardan sonra evde kalan hanımlar ve küçükler kendi eğlencelerini yaratırlardı. İstanbul kadınının sözlü kültürdeki renkliliğini tanımlamaya herhalde Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın romanları yetmezdi, uzun gece sohbetleri ve eğlenceleri bu renklilikten oluşan bir mozaik gibiydi...
Eski İstanbul'un Ramazan hayatında her sınıfın, her ailenin kendine özgü bir üslubu vardı, ama Ramazan'daki hayat tarzı her evde yılın diğer aylarından farklıydı. Ramazanda oruçla zevkli yemek, ibadetle eğlence, ziyaretle misafirperverlik beraberdi...
Peki herkes oruç tutup kendini ibadete mi verirdi? Kuşkusuz oruç yiyen sadece nüktedan Bektaşi değildi. Müslümanların Halifesi Sultan Abdülhamid'in Sarayında oruç yiyenlere kimsenin aldırış ettiği yoktu bile (Yıldız Hatıraları)...
İstanbul'un renk renk, çeşit çeşit tatlılarla dolu tatlıcıları, gıda pazarları Ramazan'da büyük bir beslenme sevgisine dönüşürdü. Suriye'nin nadide hamur tatlıları, şekerleri, reçeller vs Bayezid'deki sergide seyredilir alınırdı..."
DÖŞEMELER BİLE YENİLENİRDİ
"Osmanlı Adet, Merasim Tabirleri" adlı kitaptan, Abdülaziz Beyin'in kaleminden devam ediyoruz: "İki-üç ay kala her evde hazırlık ve tedarik başlar. Halk sair günlere ait erzak ve ihtiyaçlarına ek olarak, imkanları nispetinde reçeller, sucuk veya pastırma, zeytin, peynirler, şerbetlik şekerler, şuruplar, kâfi miktarda şeker ve hoşaflıklar, güllaç, çorbalıklar alır, ayrıca hanedeki sahan, tencere, sini gibi bakır kapların hepsi kalaylanır, hallaçlar çağrılır, yatak takımlarının yün ve pamukları attırılırdı. Kübera yeni kürkler, elbiseler ve seccadeler alır, hanımlar Ramazanda giymek için kendilerine ve cariyelerine elbiseler yaptırırlar, hatta kibarların bazıları oda döşemelerini bile yeniletirlerdi. Yine herkes kudretine göre Ramazanda kullanılmak üzere zarif kahve zarf ve fincanları alır, çocukların hoşlarına gitsin diye sapı düdüklü kaşıklar tedarik edilirdi.
Bakkallar demet demet renkli bağlara bağlanmış güllaçlar, sucuk veya pastırmalar asar, türlü reçel numuneleri birer ufak tabak içine konurdu."
Ramazan Dünyası bir anlamda muhtelif ritüellerin yanı sıra insanın kendisini ve etrafını dinlemesi için bir fırsat sunuyordu. Peki iftarda neler olurdu neler yenilirdi o da haftaya...
|
Copyright © 2000, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır
|